7 Mayıs 2020 Perşembe

Bitkisel Bir Söyleşi / 19. Bölüm


Foto: foodstudio.no/blog/
Bu yazımda bahar mevsimiyle beraber kırları dolduran “yenebilen” bitkilerden en yaygın bulunabilenlere yer vermek istedim. Eminim yazıdaki bitkilerin çoğunu tanıyorsunuz. Ama belki de onları hiç yemediniz veya yenilebildiklerini bilmiyorsunuz. Öncelikle bu yazıda bahsettiğim bitkileri “iyice tanımadan” asla toplamaya çalışmayın sevgili bitki dostları. Doğada yaprağı ya da çiçeği birbirine benzeyen birçok bitki bulunur ve bazen zehirli bir tür ile karşılaşmanız da olasıdır. Diğer yandan otoyol, tarla ya da atık su kenarlarında yetişen otlardan uzak durun çünkü bunlar kurşun ve civa gibi daha pek çok zehirli kimyasala maruz kalmış olabilirler. Kendi bahçenizden ya da kırsal bölgelerden toplanmış olan otları tüketmeyi tercih edin. Bu bitkileri toplarken de aşırıya kaçmayın ki bulundukları alanda varlıklarını devam ettirebilsinler. Ya da bu otları güvenle satın alabileceğiniz uzman satıcıların bulunduğu yerel pazarları ve “ot festivalleri”ni (foraging festivals) de keşfedebilirsiniz. Yiyebileceğiniz en lezzetli otları buralarda keşfedeceğinize emin olabilirsiniz. Ayrıca düzenli ilaç kullananlar, alerjik bünyeleri olanlar ve hamileler doğadan toplanmış otları tüketmeden önce sağlık açısından bir sakınca olup olmadığını mutlaka bir tıp uzmanına danışmalılar.
Neredeyse her yerde karşımıza çıkan karahindibanın (Taraxacum officinale) erken ilkbaharda topraktan çıkan taze filizleri çiğ olarak salatalara konabilir. Bitkinin büyüdükçe giderek acılaşan yaprakları buharda pişirilerek de yenebilir. Bu arada doğadan karahindiba toplamak isteyenler için bitkinin birçok benzeri olduğunu da hatırlatarak basit birkaç püf noktası vereyim: mesela karahindiba yaprakları dallanma yapmıyor, tek bir sapta birden fazla çiçek yer almıyor ve ne yaprakları ne de gövdesi tüylü değil (!) Karahindiba oldukça da besleyici bir bitkidir, özellikle kalsiyum, fosfor, potasyum, demir ve manganez mineralleri, ayrıca A ve C vitaminleri açısından pek zengindir. Karahindibanın özellikle böbrek ve karaciğeri temizlediği, sindirim ve mide sorunlarına iyi geldiği ve anti bakteriyel özellikler taşıdığı biliniyor. Karahindibanın Nisan ve Mayıs’ta açar açmaz toplanması gereken çiçekleri ise şarapları, sirke ve jöleleri süslemek için kullanılıyor. Bitkinin çiçek ve yaprakları aynı zamanda falcıların öngörü yeteneğini artıran bir çay şeklinde demlenip tüketiliyor. Karahindiba çayının yanı sıra, bitkinin fermente edilen kuru yapraklarından birası ve çiçeklerinden ise şarabı yapılıyor. Bitkinin iki yıl içinde oluşturduğu köklerden de kafeinsiz bir tür kahve elde ediliyor. Bu arada bahçesinde “kompost” hazırlayanlar karahindibanın çiçeklerini, kompost oluşumunu hızlandıran özel bir madde içerdiği için hazırlayacakları karışıma ilave edebilirler. Diğer yandan bahçenizde toplamadan bıraktığınız karahindibalar ise doğal gübre oluşturacak olan solucanları davet ediyor. Bahçenizde meyva ağaçlarınız da varsa, karahindibaya da ihtiyacınız var demektir, çünkü bitki salgıladığı etilen gazı nedeniyle meyvaların olgunlaşmasını da hızlandırıyor. Bunun dışında eğer bitkileriniz için “sıvı gübre” hazırlamak isterseniz, bitkinin kök ve yapraklarını mutfak robotundan geçirerek kolayca yapabilirsiniz.
Baharla birlikte bahçenizde sıklıkla rastlayabileceğiniz diğer bir bitki ise semizotudur (Portulaca oleracea), doğada pek çok türü yetişen bu ot mineral açısından zengin toprakları da pek sevdiğinden gübrelenmiş bahçe toprağında da sık sık kendini gösterir. Kültüre alınmış 40 ayrı türü olan semiz otu aynı zamanda yenebilen ve oldukça sağlıklı bir bitki. Özellikle doğu Akdeniz mutfağının vazgeçilmez otları arasında yer alıyor. Salatalarda çiğ olarak veya ıspanak gibi pişirilerek tüketilebiliyor. Peki, hangi şekilde tüketmek daha sağlıklı derseniz, içerdiği omega-3’ü (sebzeler içinde en fazla omega-3 içeren bitki semizotudur) pişirme işlemiyle kaybetmesi nedeniyle çiğ olarak salatalarda tüketilmesi diyebilirim. Bitki ekşimsi bir tada sahip olduğu için kimilerince çok sevilmeyebiliyor. Bu ekşi tat bitkinin içerdiği oksalik ve malik asitlerden kaynaklanıyor, özellikle sabahın erken saatlerinde toplanan semizotları daha ekşi oluyor. Bunun nedeni ise gece boyunca karbondioksit depolayan yapraklarında malik asit içeriğinin normalin 10 katına kadar yükselmesi. Bu nedenle semizotunu toplamak için akşamüzerini beklemelisiniz. Tarih boyunca böcek ve yılan ısırıklarını, arı sokmalarını, dizanteri, ishal ve kanamaları tedavi etmek için semizotu yapraklarını kullanılmıştır. Bitkinin içerdiği jelimsi maddenin mide rahatsızlıklarına, mesane ve bağırsak hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Semizotunun pet şişeler, damacanalar, plastik kaplar ve spor malzemeleri gibi yaygın kullanılan plastik ürünlerde bulunan zararlı bir bileşik olan “bisphenol A”yı temizleyici özelliği de var. Bilim dünyası 1957’den bu yana ticari olarak kullanılan bisphenol’ün zararını tartışadursun, kullanımından vazgeçilmesi zor görünen plastik hepimizin gün boyunca maruz kaldığı sağlıksız bir malzeme. Günümüzde çok yaygın görülen kanser hastalığı plastiğin yol açtığı zararlardan en önemlisi olsa bile yalnızca bir tanesi. Bu nedenle semizotu detoks yapmak isteyenler ve bisphenol A’ya daha duyarlı olan hamileler ve çocuklar için önemli gıdalardandır.
Kırlarda ve çimenlik alanlarda karşılaşabileceğiniz Kızıl Yonca (Trifolium pratense), baklagiller (Fabaceae) ailesinin süs bitkisi olarak da kullanılabilen koyu pembe çiçekli bir üyesi. Önceki yazımda arıların sevdiği bitkiler arasında da yer verdiğim yonca aynı zamanda bahçe toprağındaki azot miktarını da dengeleyen bir bitkidir. Hayvan yemi olarak da kullanıldığını duymuşsunuzdur peki yoncanın çiçek ve yapraklarının insanlar tarafından da tüketilebildiğini biliyor muydunuz? Bitkinin kurutulan çiçek ve yaprakları yemeklere konabiliyor, bitki çayı olarak da kullanılabiliyor. Hatta toz haline getirilerek hamur işlerine de katılabiliyor. Bitkiden elde edilen esansiyel yağ ise kendine has kokusuyla aromaterapide de kullanılıyor. Yonca tarih boyunca sayısız hastalık için şifalı bitki olarak da kullanılmıştır. Bitki içerdiği “coumestrol” adı verilen bir fitoestrojen nedeniyle birçok kadın hastalığında destekleyici tedavi olarak da öneriliyor. Fakat yonca özellikle kan pıhtılaşmasıyla ilgili bozukluklar yaşayan ve düzenli ilaç kullanan kişiler için uzak durulması gereken bitkiler arasında yer alıyor. 
Foto: Kjetil Lenes, commons.wikimedia.org/wiki/User:Ekko
İlkbaharda bahçeleri ya da orman altı bitki örtsünü şenlendiren mevsimin renkli çiçeklerinden hercai menekşe (Viola tricolor) sadece göze değil damağa da hitap edebilir. Hercai menekşe bir süs bitkisi olarak bilinse de yıllardır bitkisel tedavilerde de kullanılan şifalı bir bitkidir de aynı zamanda. Epilepsi, romatizma, astım, sistit ve deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan hercai menekşenin bronşit ve grip gibi solunum yolu hastalıklarına da iyi geldiği söyleniyor. Bitki mikrop öldürücü bir özsuyu içerdiği için yara tedavilerinde, hatta içerdiği bazı kimyasallar nedeniyle kansere karşı ilaç üretiminde de kullanılıyor. Hercai menekşenin taç yaprakları çiğ olarak yenebiliyor, hatta antioksidan özelliği olan bu çiçeklerle salata ve tatlılarınızı süsleyebilirsiniz. Bu çiçekleri şekerle kaplayarak ilginç görünümlü akide ve lolipop şekerleri hazırlayanlar da var. Ayrıca hercai menekşenin lezzetli yapraklarından bitki çayı da yapılabilir. 
Foto: Bob Osborn, flickr.com/photos/14230388@N03/
Yıl boyunca neredeyse her yerde kolaylıkla bulabileceğiniz yenebilen otlardan biri olan Kazayağı (Chenopodium album), ıspanakgiller (Amaranthaceae) familyasının bir üyesidir. Fakat bu otu isim benzerliği nedeniyle sakın ola ki bir sukkulent türü olan “makas otu” ile karıştırmayalım. Kaz ayağı “da” denilen makas otu (Carpobrotus acinaciformis) yenmediği halde, internet bu isim karışıklığı nedeniyle makas otu yemek tarifleriyle dolmuş(!). Görüldüğü üzere bitkilerin sadece çiçekleri veya yaprakları değil, isimleri de benzerlik taşıyabiliyor. Yazının başında da siz bitki dostlarımı uyardığım üzere, asla emin olmadığımız bir bitkiyi tüketmeye kalkışmayalım. İnternet bilgiye ulaşmanın en kolay yolu olsa da yanlış bilgiye ulaşmanın da en kolay yolu olabiliyor. Bu nedenle bitki meraklılarına bitkileri de mümkün olduğunca farklı kaynaklardan öğrenmeye çalışmalarını tavsiye ederim. Diyerek geçelim “gerçek” kazayağına... Ispanak, kinoa, pancar ve amarantın yakın akrabası olan kazayağının yaprakları ve taze filizleri ıspanak yemeği gibi ya da buharda pişirilerek yenebiliyor. Fakat içerdiği oksalik asit nedeniyle fazla tüketilmemesi gerekiyor. Ispanak da tek başına aşırı tüketildiğinde sizi zehirleyebilir. Kazayağının tohumları da tıpkı kinoa gibi protein, A vitamini, fosfor, kalsiyum ve potasyum açısından zengindir. Hintlilerin “bathua” adını verdiği kazayağı, Hint mutfağının ve Hint şifa okulu Ayurveda’nın da vazgeçilmez şifalı otları arasında yer alıyor. 
Yazın ilk günlerinden itibaren sarı çiçekleriyle kırları renklendiren sığırkuyruğu (Verbascum thapsus) yaprakları rozet şeklinde büyüyen ve iki metreye kadar uzayabilen bir kır çiçeği. Onu tüylü soluk hâkî renkli yapraklarından tanıyabilirsiniz. Sığırkuyruğu yenebilen bir bitki olmaktan ziyade “içilebilen” bitkilerden. Şifalı ot olarak tarih boyunca solunum yolu hastalıkların tedavisinde kullanılan bu bitkinin sarı çiçekleri toplanıp kurutularak bunlardan bitkisel bir çay hazırlanabiliyor. Bitkinin çayı özellikle grip, soğuk algınlığı, boğaz ağrısı, öksürük, bademcik ve gırtlak iltihabı, boğmaca ve astım  gibi solunum yolu hastalıkları için öneriliyor. Geçmişten günümüze dek çeşitli deri hastalıklarında da bitkinin çiçeklerinden ve yapraklarından elde edilen esansiyel yağ içeren antibakteriyel merhemler kullanılmıştır. Fakat bitkinin yapraklarındaki tüylerini arındırmak koşuluyla. Bitkiden aynı zamanda kumaş boyası, kandil fitili ve meşale de yapımında da faydalanılmıştır. 
Foto: Andreas Rockstein, flickr.com/photos/74738817@N07/
Kırlarda, yol ve tarla kenarlarında, nemli ve bataklık arazilerde sıklıkla karşınıza çıkabilecek bir başka rozet yapraklı bitki türü olan sinirli ot (Plantago) en eski şifalı bitkilerden biridir. Oluşturduğu minicik tohumlarıyla her yere kolaylıkla taşınabilen bu ot aynı zamanda son derece de dayanıklıdır. Yapraklarının tadı acı ve liflerini ayıklamak zor olsa da salatalara ve çorbalara koyarak yiyebilmeniz mümkün. Bitkinin en yaygın bilinen iki türü var: Dar yapraklı sinirli ot ve geniş yapraklı sinirli ot. Özellikle dar yapraklı olanının çayının öksürüğe iyi geldiği söyleniyor. Ortaçağ’da bu ota “her derde deva” anlamında “Heal All” denmiştir, onu yaraları, kesikleri, şişlikleri iyileştirmede ve daha pek çok hastalığı tedavi etmede kullanmışlardır. 17. yüzyılın meşhur şifacısı Nicholas Culpeper, sinirli otun yaprağının suyunu gülyağı ile karıştırarak deliliğin teskin ve tedavi edilebileceğini söylemiştir. Günümüzde bir başka sinirli ot türü daha popülerlik kazanmıştır, Plantago ovata’dan elde edilen lifler (psyllium) bağırsakların temizlenmesini sağlayan ve aranan bir bitkisel detoks ilacı oluvermiştir. Bu arada civarınızda ısırgan otu varsa ve sık sık bunların hışmına uğruyorsanız, sinirli otun yapraklarını tedavi amaçlı kullanabilirsiniz. Bitkinin antibakteriyel yaprakları, kanı durdurmaya ve enfeksiyonları önlemeye de yarıyor. Doğadayken yanınızda yara bandı bulunmadığı zaman bu bilgi aklınızda olsun: temiz olmak kaydıyla onu yara bandı olarak da kullanabilirsiniz.
Foto: Harald Reichmann flickr.com/photos/128486113@N07/
Isırgandan (Urtica dioica) az evvel bahsetmişken bu yazıyı onu da anarak noktalayalım. Bu son derece yaygın ve pek sevilmeyen ot da yenebilen yabani otlardan biridir. Tabi ki toplamayı başarabilirseniz(!). Çünkü yapraklarında bulunan tüyler bitkiye dokunulduğunda kırılarak alerjik bir madde salgılıyor. Bu da deride kaşıntı, yanma ve kızarıklığa neden oluyor. Özellikle benim gibi orman yürüyüşlerini seviyorsanız, yaz mevsiminde bile kısa pantolonla ormana girmemeniz için başlıca sebeplerden “sadece” biridir ısırgan. Isırgan otu A ve C vitaminleri, mangan, potasyum, kalsiyum ve protein açısından son derece zengin bir bitki. Vitamin ve mineral deposu olan ısırgandan yemek ve çay hazırlayabilirsiniz. Eğer ısırgan toplamak isterseniz bunun için mutlaka bir çift eldiven ve bir de bahçe makasınız olmalı. Bir de ısırganı çiçeklenip tohuma durmadan önce toplamalısınız. Çünkü bitkinin olgunlaştıkça içinde gelişen kumsu organik madde idrar yollarını tahriş edebiliyor. Isırgan yıkanıp pişirildiğinde o kaşıntı yapan organik asitlerin etkisi de ortadan kalkıyor. Ondan çorba, yemek, sos ya da püre yapabilirsiniz. Öte yandan Arnavutlar ve Yunanlar ısırgandan börek de yapıyor. Ayrıca ısırgan çayını, yaprak ve çiçeklerini kurutarak yapabilirsiniz. Tarih boyunca böbrek, mide, bağırsak, kan, cilt, damar ve deri hastalıkları için ilaç olarak kullanılmış olan ısırgandan ayrıca kumaş da elde edilebiliyor. 1. Dünya Savaşı yıllarında pamuk bulunamadığından Alman askerlerinin üniformaları ısırgan lifleri kullanılarak üretilen kaba bir kumaştan yapılmıştır. Aynı zamanda ısırgan bahçenize yararlı böcekleri davet ediyor. Tıpkı karahindiba (Taraxacum officinale) gibi kompost oluşumunu hızlandırmak ya da sıvı gübre yapmak için kullanılabiliyor. 

17 Nisan 2020 Cuma

Bitkisel Bir Söyleşi / 18. Bölüm

"Bahçeniz ve bitkilerinizle gurur duyuyor olabilirsiniz, peki ya kelebekler ve arılar bu konuda ne düşünüyor, hiç merak ettiniz mi?... Bahçenizin bu gönüllü çalışanlarını memnun etmek o kadar da zor değil ve hiçbir bahçe onlar olmadan yeterince güzel değil".
Acı bakla (Lupinus) çiçekleri üzerinde bir bal arısı (Apis mellifera) 
Foto: Uli Brox, https://www.flickr.com/people/ulibrox/
Kırsal hayattan uzaklaşmış günümüzün şehir insanları genellikle böceklerden ya korkuyor ya da iğreniyor. Tabi bunun istisnaları da yok değil, kimi toplumlar o korkulan veya iğrenilen canlıları gıda maddesi olarak tüketebiliyor(!). Hala dedim çünkü yapılan arkeolojik keşifler milyonlarca yıl önce ilkel insanların temel besin kaynakları arasında böceklerin de önemli bir yeri olduğunu bulguladı. Buradan belki de şunu çıkarmak gerekiyor: uygarlık, sadece teknolojik ya da ekonomik bir gelişmeyle alakalı değildir. İnsanlık, böcekleri “henüz” (!) yemek zorunda kalmasa bile böceklerle birlikte yaşamayı öğrenmek zorunda. Henüz dedim çünkü küresel iklim değişikliği ile birlikte yaşadığımız doğa felaketleri bizi yeniden bunu yapmaya mecbur bırakabilir. Dünyadaki canlı yaşamın yüzde 90’ını böcekler oluşturuyor ve çiçekli bitkilerin yeryüzünde ilk ortaya çıktığı andan beri buradalar. Kesinlikle kabul ediyorum, özellikle de kimi böceklerle aynı yaşam alanını paylaşmak zorunda kalıyorsanız bu sizin için büyük bir soruna dönüşebilir fakat doğada zararlı böcekler olduğu gibi yararlı böcekler de var. Bu yazının konusunu da işte bu yararlı böceklerden gezegen için en faydalı ve gözümüze en hoş görünenleri yani arılar, kelebekler ve onların sevdiği bitkiler oluşturuyor.
Çördükotu (Hyssop officinalis) üzerinde lindera çatalkuyruk (Papilio troilus) 
Foto: Melodyanne, https://www.dreamstime.com/melodyanne_info
Az önce bahsettiğim küresel iklim değişikliği ve insan kaynaklı kirlilik ne yazık ki doğadaki doğal polen taşıyıcılarının sayısını da hızla azaltmakta. İnsanların zararlı böceklere karşı geliştirdikleri korunma yöntemlerinin başında gelen pestisitlerin (böcek ilaçları) ve verimliliği arttırmak için kullanılan kimyasal gübrelerin yaygınlaşması toprağı zehirleyerek böceklerle birlikte onlarla beslenen başka canlıların da ölmesine yol açıyor. Fakat özellikle arı ve kelebeklerin sayısındaki bu azalma kuşkusuz çiçekler arasında tozlaşmanın azalması ve bitkilerin daha az meyve ve tohum vermesi, yani daha az gıda üretebilmesi anlamına geliyor. Eğer dünya üzerinde arı ve kelebek türleri olmazsa, tozlaşmayla üreyecek şekilde evrimleşen tüm bitkiler de yeryüzünden silinebilir. Bitkilerin yok olması halinde ise gezegendeki hiçbir canlının hayatta kalabilmesi mümkün değil çünkü hepimizin temel besin kaynağını bitkiler oluşturuyor. İşte bu nedenle arı ve kelebeklerin nüfusunun arttırılması için gereken önlemlerin alınması çok ama çok önemli. Aslında bunun için hepimiz bir şeyler yapabiliriz. Öncelikle böcek ilacı ve kimyasal gübre kullanımını azaltabilir, bu yararlı böceklerin sevdiği, bolca polen ve nektar üreten bitkilere bahçelerimizde ya da balkonlarımızda yer verebiliriz.
Yıldız çiçeği (Cosmos) üzerinde bal arısı (Apis mellifera)
Foto: ADK Farmer Dan, http://adkfarmerdan.com/
Peki bahçesi ya da balkonu (hatta sadece bir pencere kenarı) olan bizler bu canlıları nasıl memnun edebiliriz?... Kelebekler güneşi bol alan, üzerlerine konabilecekleri geniş yüzeyler bulunan, bol nektar üreten bitkilerle dolu bahçeleri severler. Kelebekler bahçenizde en fazla kırmızı, mor, pembe, turuncu ve sarı renkte çiçeklere sahip olan bitkilerinize ilgi gösterirler. Devedikeni (Cirsium arvense), Yıldız çiçeği (Aster amellus), Böğürtlen (Rubus fruticosus), Hanımeli (Lonicera japonica), Sabah sefası (Ipomoea purpurea) ve İnciçiçeği (Convallaria majalis) kelebeklerin bahçenizde görmekten mutlu olacağı çiçeklerdendir... Arılar da yabani doğada bulabildikleri sarı, mor ve mavimsi renkli çiçeklere sahip olan bitkilere egzotik çiçeklerden daha çok ilgi gösterirler. Kekik (Thymus), Lavanta (Lavandula), Kişniş (Coriandrum sativum), Adaçayı (Salvia), Nane (Mentha), Rezene (Foeniculum vulgare), Gülhatmi (Alcea rosea), Turnagagası (Geranium), Gelincikgiller (Papaveraceae) ve Papatyagiller (Asteraceae) türündeki tüm çiçekler arıları cezbeder. Birçoğu “çok yıllık” olan bu bitkilerin bakımı da çok kolaydır. Sadece bir kez ekim ve dikim yapıldığında yıllarca yeni nesiller üretebilirler ve fazla bir bakım ve ilgi de istemezler.
Kelebek çalısı (Buddleia) üzerinde Kral kelebeği (Danaus plexippus)
Hangi bitkileri seçeceğinize karar verirken öncelikle yaşadığınız iklime, bulunduğunuz yüksekliğe ve kullanacağınız toprak türüne uygun olan türleri göz önünde bulundurmalısınız. Bir bahçe ya da balkonun ne kadar güneş aldığı, deniz etkilerine yakın olup olmadığı, hatta hâkim rüzgar yönleri bile söz konusu bitkilerinizi seçerken önem taşıyan unsurlardır. Yaşadığınız çevreye en uygun bitkileri bulmak için komşularınıza danışabilir, civardaki seralara ve tabi ki internete başvurabilirsiniz. Özellikle Bitki Günlüğüm’deki bitkiler arşivine de uğramanızı kesinlikle tavsiye ederim. Bahçenizde bu sevimli dostlara ne kadar bol seçenek sunarsanız, o denli çok misafir arı ve kelebekleriniz olacağından şüpheniz olmasın. Bitkilerin çiçek açma dönemlerine bakarak bahçenizi yıl boyu çiçekli ve hareketli tutabilirsiniz. Unutmayın ki ne kadar çok misafiriniz olursa o denli çok meyve veya tohum hasat edeceksiniz.
Kirli hanım çiçeği (Zinnia) üzerinde Bombus arısı
Bol güneş alan mekanlar ve ılıman iklimler için arı ve kelebeklerin sevdiği bitkiler arasında: Yıldız çiçeği (Aster amellus), Ayçiçeği (Helianthus annus), Güneş Şapkası (Rudbeckia hirta), Ekinezya (Echinacea purpurea), Kozmos (Cosmos), Altınbaşak (Solidago) gibi papatya (Asteraceae) türleri, Oğulotu (Melissa officinalis) gibi ballıbaba (Lamiaceae) türleri, İpekotu türleri (Asclepiadaceae), Adaçayı (Salvia), Şakayık (Paeonia), Lavanta (Lavandula) ve Penstemon (Penstemon) geliyor. Erik, kiraz, elma, iğde, kestane ve ıhlamur gibi meyve ağaçlarının yanı sıra domates, salatalık ve kabak gibi sebzelerin bulunduğu, bol çiçek barındıran meyve ve sebze bahçeleri de bu canlıların ziyaret etmeyi sevdiği yerler arasındadır. Meyve ve tohum için bolca tozlaşmaya ihtiyaç duyarsınız, kelebekler ve arıları memnun edebilirseniz bunu sizin için severek yaparlar.
Çalı minesi (Lantana camara) üzerinde Kırlangıç kuyruk kelebeği.
Foto: Paul Brennan, www.publicdomainpictures.net / Halka Açık
Yarı gölgeli mekanlar ve nispeten serin iklimler için: Menekşe türleri (Violaceae), Alev çiçeği (Phlox), Aslanağzı (antirrhinum majus), Sabahsefası (Ipomoea), Dam koruğu türleri (Sedum), Zinya (Zinnia), Çilek (Fragaria), Böğürtlen ve Ahududu türleri (Rubus), Yonca (Medicago sativa) ve Acı Bakla (Lupinus) gibi baklagiller (Fabaceae), Fundagiller (Ericaceae), Yaban mersini (Vaccinium), Nane türleri (Mentha), Kekik türleri(Thymus), Biberiye (Rosmarinus officinalis), Süpürgetotu (Calluna), Kocayemiş (Arbutus unedo) ve eğer yeriniz varsa bol çiçek veren bodur meyve ağaçları veya reçineli kozalaklı ağaçlar bile düşünülebilir. Burada sayılan bitkiler dışında yaşadığınız çevreye özgü birçok bitki bulabilmeniz de mümkün. Aynı zamanda bu bitkilerle uzunca bir süre boyunca bahçenizin, balkonunuzun ya da pencere önlerinizin rengarenk kalmasını da sağlayabilirsiniz. Diğer yandan kimyasal ilaç ve gübrelerden de uzak durur, bunların doğal alternatiflerini kullanmayı seçerseniz sadece arı ve kelebekleri değil doğadaki tüm canlıları memnun etmiş olursunuz bitki dostları. Arı ve kelebeklerimiz hiç eksik olmasın.
Arıların sevdiği bitki türleri.
İllustrasyon: Hannah Rosengren, https://hannah-rosengren.tumblr.com/
Kelebeklerin sevdiği gösterişli bahçe bitkileri.
Kaynak: longfield-gardens.com

30 Mart 2020 Pazartesi

Bitkisel Bir Söyleşi / 17. Bölüm

İşte yılın en süslü ve renkli ayı ilkbahar yeniden geldi. Yemyeşil kırlar yeniden birbirinden güzel çiçeklerle dolacak. Fakat Corona virüsü yüzünden eve kapanan bizler acaba bu bahar onları görebilecek miyiz?... Önceki yazılarımdan birinde söylemiştim, insanlığın sonunu mikrobiyolojik canlılar getirebilir diye, ne yazık ki bu tahminimin kadar çabuk gerçekleşeceğini hiç düşünmemiştim. Bu yazımda evde oturmaktan sıkılan sizleri kırlarda hayali bir gezintiye çıkararak sıklıkla karşılaşabileceğiniz bazı yaban çiçeklerini tanıtıp onlara dair inanışlara ve halk hikayelerine yer vereceğim. Belki de böylece onları tekrar görebildiğiniz zaman, epeydir tanıdığınız dostlarınızı görmüş gibi mutlu hissedebilirsiniz.  
Güneğik ya da Beyazhindiba (Cichorium intybus) nın mavi çiçekleriyle ilgili ilginç birçok inanış var. Eskiler bu bitkinin Toprak Ana’nın mavi gözlü biricik kızı olduğuna inanmışlar. Orta Çağ’da ona “sponsa solis” (güneşin eşi) demişler. Bunun nedeni belki de Yunan mitolojisine göre bitkinin, güneş tanrısı Apollon’un yaydığı parlak günışığıyla büyülenen ve ona aşık olan bir peri olan Cynthia olduğuna inanılmasıdır. Güneğikle ilgili bir halk masalına göre, o aşık olduğu şövalyenin savaştan dönmesini bekleyen mavi gözlü bir genç kızmış. Yıllar geçip de şövalye geri dönmeyince ailesi onu başka biriyle evlendirmeye kalkmış. Kız ise “Yeniden evleneceğime sıradan bir ot olurum daha iyi” demiş ve Tanrı onu bu bitkiye dönüştürmüş. Avrupa folklorunda bu bitkinin çiçeklerinin kilitli ve gizemli kapıları açabildiğine, karanlık sırları aydınlatabildiğine inanılırmış fakat böyle bir inanışın nereden kaynaklandığı ise apayrı bir gizem. Örneğin, bir hırsızlık durumunda gece uyurken yastığının altına güneğik kökü koyan kişi rüyasında hırsızı görürmüş. Güneğik, aynı zamanda “gerçek aşkı” simgelediğinden aşk büyülerinde kullanılırmış. Yanı sıra şeytanları kovduğuna inanılan üç bitkiden biriymiş güneğik. Az sonra bu bitkilerin diğer ikisiyle de tanışacaksınız. 
Karahindiba (Taraxacum officinale), arıların çok sevdiği sarı çiçekleriyle hem güneş, hem ay, hem de yıldızları simgeleyen bir bitkidir. Sarı taç yaprakları güneşi, paraşütlü tohumlarının oluşturduğu pofuduk beyaz küre ayı, uçuşup giden beyaz tohumlar ise yıldızları anımsatır. Bitkinin çiçek ve yaprakları aynı zamanda falcıların öngörü yeteneğini artıran bir çay şeklinde demlenip tüketilmekteymiş. Karahindiba umudun, yaz mevsiminin ve çocukluğun sembolü olduğu kadar kederin de sembolü olarak kabul edilirmiş. Eski insanlar karahindibanın tohum kürelerindeki tohumları üfleyerek saatin kaç olduğunu, ne kadar uzun yaşayacaklarını ya da evlendiklerinde kaç çocukları olacağını bulmaya çalışırlarmış. Eski bir Sufi masalında da karahindibaya rastlamak mümkün: Nasreddin adında genç bir adam bin bir emekle güzel bir çiçek bahçesi kurmuş kendine ama bahçesinde açan çiçeklerin arasında birçok karahindiba çiçeği de bitivermiş. Bu karahindibalardan kurtulmak için Nasreddin pek çok bahçıvana danışmış ama onların önerdiği hiçbir tavsiye işe yaramamış. Nasreddin nihayet sarayın yaşlı ve bilge bahçıvanına danışmaya karar vererek saraya varmış fakat o bahçıvan da ona zaten önceden duyduğu yöntemleri sıralamış. Yaşlı bahçıvan, bu tavsiyelerin hiçbirinin işe yaramadığını söyleyen Nasreddin’e son bir tavsiyede bulunmuş: “Sana son bir tavsiyem var: neden onları sevmeyi öğrenmiyorsun?...”
Civanperçemi (Achillea millefolium) arı ve kelebeklerin bolca ziyaret ettiği bitkilerdendir. Latince adını mitolojik savaşçı Aşil’den almıştır, soyadı olan “millefolium” ise bin yapraklı anlamına geliyor. Yunan mitolojisinde Homeros’un anlattığına göre, Truva savaşında komutan Aşil hem kendi savaş yaralarını, hem de askerlerinin yaralarını bu bitki ile tedavi etmiş. Bu otu kullanmayı da ona dostu şifacı “at adam” Chiron öğretmiş. Fakat Aşil’in zayıf noktası topuğudur ve ne yazık ki sonunda buradan okla vurularak ölür. Çin’de uğurlu bir bitki olarak kabul edilen civanperçeminin kurutulmuş sapları “I Ching” falında geleceğe ilişkin kehanetlerde bulunmak için kullanılır. İngiliz folklorunda da buna benzer bir inanış var, civanperçeminin yaprağını gözlerinin üstüne koyan kişinin geleceği görme gücüne sahip olacağına inanılıyormuş. Evcil hayvanları olanlar için ek bir bilgi olarak: bitki kedi ve köpekler için zehirli, hatta atlar da bu bitkiden zehirlenebiliyormuş. Öte yandan sığırcık kuşları yuvalarını bu bitkinin saplarından yapmayı tercih ediyor böylece yuvada parazit oluşumunu önlemiş oluyorlar. Peki, sığırcık kuşları bu bitkinin doğal bir parazit öldürücü olduğunu nereden biliyor? Onlara da at adam Chiron bu bilgiyi fısıldamış olmalı...
Çövenotu (Gypsophila), küçük beyaz çiçekleri uzun ömürlü ve masum bir aşkın simgesi olduğundan gelin buketlerinde sıklıkla yer verilen narin bir çiçektir. Bitkinin ingilizce adının “baby’s breath” (bebek nefesi) olmasının nedeni ise çiçeğin yeni doğum yapan annelere verilmesi geleneğinden doğmuştur. Bazı kültürlerde karşılıksız, sonsuz ve saf bir sevgiyi simgelemesi nedeniyle anneler günü resmi çiçeğidir. Çövenotu aynı zamanda doğurganlığı, bereketi ve uzun bir yaşamı da sembolize eder. Çövenotu gerçekten de kurutulduğunda bozulmadan kalabilen dekoratif kesme çiçekler arasında en yaygın bilinen ve kullanılan çiçektir. Yüksek miktarda alçıtaşı (jips) içeren ve geçirgen olmayan toprakları sevdiği için ona “jips seven” anlamına gelen Latince bir isim olan “gypsophilla” adı verilmiştir. 
Süpürge çalısı (Calluna vulgaris) nın Latince adı olan “calluna”, Yunanca’da “temizlemek, süpürmek” anlamına gelen “kallyno” sözcüğünden türemiş. Gerçekten de bitkinin gövde ve dallarından çalı süpürgesi üretilirken, ince sürgünleri sepet örmek için kullanılıyor. İskoçlar, kendi ülkelerinin simgesi olarak kabul edilen beyaz çiçekli süpürge çalısının uğuruna inanıyorlar. Ayrıca yeni evlilere şans getirmesi için gelin buketlerine de süpürge çalısı ekleniyor. Hatta İskoçlar süpürge çalısını öyle seviyorlar ki ondan İskoçya’ya özgü geleneksel bir takı da üretiyorlar. Takı severlerin gerçekten hoşuna gidebileceğini düşündüğüm bu el yapımı takılar, kabuğu soyulan süpürge çalısının odununun göz alıcı renklerde boyandıktan sonra reçineyle kaplanmasıyla elde ediliyormuş. Adının içinde “süpürge” geçtiği üzere bu bitkinin cadılar ve büyücülükle de ilişkisi olduğunu düşünmek de yanlış olmaz çünkü cadıların süpürgelerini yaparken kullandıkları söylenen süpürge çalısı şifacılıkta da sıklıkla kullanılan bitkilerden biridir. Avrupa folklorunda da bitkinin arındırıcı ve koruyucu bir gücü olduğuna, yastığın içine konulduğunda uykusuzluğa iyi geldiğine inanılıyormuş.
Çuha çiçeği (Primula) nin Latince adı olan “primula”, ilkbaharda (primavera) açan ilk çiçek anlamına geliyor çünkü kendisi ilkbaharda görülen ilk çiçeklerden biri. İngilizlerin özellikle sevip sahiplendiği çuhaçiçeği, geçmişte Keltlerin kutsal kabul ettikleri ve hazırladıkları sihirli iksirlerde yer verdikleri bitkilerin başında geliyor. Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte pagan inanışlar giderek kaybolurken çuhaçiçeği de Aziz Petrus veya Bakire Meryem’in sembolü haline gelmiş, öyle ki ona “cennetin anahtarı” ismi bile verilmiş. Oysa Hristiyanlık öncesinde çuha çiçeklerinin periler ülkesinin kapılarıı açtığına inanılıyordu. Eski bir halk inanışına göre bahçesinde kırmızı ve mavi çuha çiçekleri olanlar iyi perileri bahçelerine çeker ve kötülüklerden korunurmuş. Aynı zamanda üzerinde çuha çiçeği taşıyanların deliliğe karşı korunduğuna ve başkalarını kendilerine kolayca aşık ettiklerine inanılırmış. 

Foto: Tuna Ölger, pixabay.com/tr/users/tunaolger-252579/
Gelincik (Papaver rhoeas), Birinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan yaygın olan bir inanışa göre, savaşlarda ölen adsız şehitlerin mezarlarında bitiverirmiş. Bizde de anması yapılan Anzak Günü’nün de resmi çiçeğidir gelincik. Oysa bu inanış çok daha eskidir. Antik Yunan ve Roma döneminde mezarlara bırakılan çiçeklerin başında gelir gelincik. İran ve Urdu edebiyatında ise sonsuz aşkı ve aşk uğruna ölenleri sembolize edermiş. Gelincik, belki de akrabası olan haşhaş çiçeği (Papaver somniferum) ya da afyon bitkisini anımsattığından derin uyku veya ölümün çiçeği olarak da anılır. Yunan mitolojisinde hasat tanrıçası Demeter’in Mekon adında bir ölümlü gence aşık olduğu, sevgilisi ölünce de Mekon’u bir gelinciğe dönüştürdüğü anlatılır. Uyku ve rüya tanrısı Hypnos da elinde bir gelincik demeti ya da içinde gelincik şerbeti dolu bir boynuz kadehle tasvir edilirmiş. 
Foto: Zeynel Cebeci, commons.wikimedia.org/wiki/User:Zcebeci 


Düğünçiçeği (Ranunculus), göz alıcı bir güzelliğe sahip olan fakat zehirli bir yabani çiçektir. Latince adı “küçük kurbağa” anlamına gelen bu güzel çiçeğin birbirine uzak iki kültürde iki farklı hikayesi var. Amerikan Kızılderililerinin düğünçiçeğine “çakal gözü” adını vermesinin hikayesine bakalım öncelikle: Gözlerini çıkartıp gökyüzüne atarak eğlenen bir çakal, sonunda onları tepesinde uçan bir kartala kaptırır. Gözleri olmadan hiçbir şey göremeyen çakal kendine düğünçiçeklerinden bir çift göz yapar. Böylece bu bitkiye “çakal gözü” adı verilir... Bir Pers efsanesine göre ise, genç bir Pers prensi ormanda dolaşırken gördüğü güzel peri kızlarına aşık olur ve her gece onlara şarkılar söyleyerek onları etkilemeye çalışır. Periler ise prensin şarkılarından etkilenmek şöyle dursun, onu tamamen susturmak için genci bir düğünçiçeğine dönüştürürler. Düğünçiçeği, çekici ve büyüleyiciliği simgelediği kadar hayatın kısa ve gelip geçici olduğunu ve tadının çıkarılması gerektiğini de bize hatırlatır.
Sarı kantaron (Hypericum perforatum) un kırmızı yağı, Hristiyanlık inancına göre, 12 havarilerin en genci olan ve kafası kesilerek öldürülen Yuhanna(St. John)’nın kanını simgeliyormuş. Bu nedenle bu bitkiye “St. John’s wort” (Aziz Yuhanna otu) diyorlar. Diğer bir inanışa göre ise Yuhanna öldürülmemiş, tüm havarilerden daha uzun yaşayarak ömrünü Efes’te tamamlamış ve mezarı da buradaymış. 21 Haziran’da (yılın en uzun günü) bitkinin bir dalını yatmadan önce yastığınızın altına koyarsanız Aziz Yuhanna rüyanıza girip size “bir yıl daha” yaşayacağınızı söylermiş, eğer rüyanızda azizi görmezseniz de bir yıl içinde öleceğiniz garantiymiş(!)... Hristiyanlık öncesi inanışlara göre ise sarı kantaronun hastalık, yangın ya da nazar gibi kötü güçlere karşı koruyucu bir tılsım olduğuna inanılırmış. Gerçekten de sarı kantaronun tılsımlı bir güzelliği var, öyle değil mi?... Yanı sıra şeytanları kovduğuna inanılan üç bitkiden biri olduğuna inanıldığından (yazının başında anlattığımız güneğik bitkisi de bu bitkilerden biriydi, az sonra üçüncüyü de öğreneceksiniz) Orta Çağ’da ona “fuga daemonum” (şeytan kaçıran) demişler. Eskiler, yıldırım düşmesi tehlikesini önlediğine inandıklarından evlerinin duvarına asarlarmış Sarı Kantaronu. Bir efsaneye göre ise, eğer farkında olmadan üzerine basarsanız, perilere ait bir at tarafından kaçırılıp periler ülkesine götürülürmüşsünüz. Yaz Dönümü şenlik ateşlerinde yakılması bir pagan geleneği olan Sarı Kantaron’un böylece kötü ruhlardan, nazar, yangın ve hastalıklardan köyü koruyacağına inanılırmış.
Laden (Cistus creticus), Kaya gülü olarak da bilinen, gerçek güllerle akraba olmasa da narin görünümlü ve arıların ilgisini üzerinde toplayan morumsu pembe çiçeklere sahip güzel bir kır çiçeğidir. Kayalık ve süzek topraklarda yetişen laden, içerdiği “labdanum” adı verilen aromatik yağ nedeniyle eski çağlardan günümüze değin esans ve parfüm yapımında kullanılmaktadır. Bu değerli yağın elde edilmesi için kullanılan geleneksel yönteme göre, öncelikle dağ keçileri ladenlerle kaplı arazide otlatılır sonra da laden yağını emen kılları kırkılarak suda haşlanıp bu yağ çıkarılırmış. Zamanla ince deri şeritlerin bağlı olduğu kürek benzeri aletlerin ladenler üzerinde gezdirildiği bir başka yönteme geçilmiş. Laden yağının saçkıran, soğuk algınlığı ve dizanteriye karşı ilaç olarak kullanıldığı da biliniyor. Günümüzde bağışıklık sistemini güçlendiren doğal ilaçlar da yapılan laden, efsanelere de konu olmuştur. Yunan mitolojisinde anlatıldığına göre denizler tanrısı olarak bilinen Poseidon, yılan saçlı Medusa’yla laden çiçekleri arasında birlikte olmuş. Bakışlarıyla ölümlüleri taşa çeviren Medusa’nın antik Yunanca adı Mysia olan bugünkü Ayvalık yakınlarında bir antik şehirde yaşadığına inanılırmış. Mysia’nın diğer adı olan Kisthene ise, laden çiçeklerine verilen bir isimmiş.
Foto: aimintang, istockphoto.com/es/portfolio/aimintang
Kanarya otu (Tanacetum vulgare) zehirli ve kötü kokulu olsa da pek çok canlının hayatta kalmasını sağlayan, biyo-çeşitlilik açısından çok önemli bir bitki. Kanarya otunun kötü kokulu yaprakları nedeniyle ingilizler ona “stinking willie” (kokmuş willie) de diyor. Antik Yunan ve Roma medeniyetinde Kanaryaotundan “satyrion” adı verilen bir afrodizyak elde ediliyormuş. Kanaryaotunun aşk tanrıçası Venüs’ün (ya da diğer adıyla Afrodit’in) çiçeği olduğuna inanılıyormuş. Bitkinin yapraklarından yeşil, çiçeklerinden ise sarı, turuncu ve kahverengi doğal boyalar elde diliyormuş. İrlanda mitolojisinde ise perilerin bu bitkilere tıpkı cadıların süpürgeye bindiği gibi binerek yolculuk ettiğine, hatta İrlanda’ya da böyle geldiklerine inanılıyormuş. Yunan mitolojisine göre ölümsüzlüğün ve sonsuz gençliğin çiçeğidir, hatta Olimpos’ta tanrılara içecek sunmak üzere bir ölümsüz yapılan Ganymede’nin bu bitki sayesinde ölümsüzlüğe kavuştuğuna inanılırmış.  
Foto: Natalie-S, commons.wikimedia.org/wiki/User:Natalie-S


Sütotu (Polygala vulgaris), kırlarda otlatılan hayvanların olduğu kadar, bebekli kadınların da sütünün bol olması için eski zamanlarda ilaç niyetine kullanılan mavimsi ya da mor renkli bir kır çiçeğidir. Eskiler, perilerin bu bitkinin köklerinden ve yapraklarından sabun yaptığına inanıyorlarmış. İskandinav mitolojisindeki aşk, güzellik, bolluk ve bereket tanrıçası Freya’nın çiçeği olarak bilinirken Hristiyanlıktan sonra Bakire Meryem’in çiçeği olarak anılmaya başlanmıştır. Sütotunun köklerinden elde edilen özsuyunun siğilleri kuruttuğu söyleniyor. Java kültüründe ise yanlışlıkla dokunan kişinin başına felaketler getiren uğursuz bir bitki olduğuna da inanılırmış.
Foto: Christian Fischer, commons.wikimedia.org/wiki/User:Fice
Farekulağı (Anagallis arvensis) nın genellikle turuncuya dönük kırmızı ya da nadiren mavi, beyaz ya da leylak renkli çiçekleri sadece güneşli havalarda kendini gösterdiğinden, yabancılar ona “fakir adamın barometresi” adını vermişler. Yağmur yağıp yağmayacağını bu küçük çiçeklere bakarak kestirmeye çalışırmış çiftçiler. Farekulağı zehirli bir bitki olmasına rağmen bugüne kadar eklem, göz, deri, böbrek ve sinir hastalıkları gibi pek çok hastalığın bitkisel tedavisinde kullanılmış. Hatta eskiden Almanlar onu anti depresan olarak bile kullanmışlar ve bu nedenle de ona “gauchheil” (deli iyileştiren) de demişler. Fakat Almanların ona verdikleri bir isim daha var: “wegewarte” (yol otu), bunun da tıpkı farekulağının kendisi gibi kısacık bir hikayesi var: Sevgilisinin gittiği uzak diyarlardan dönmesini bir yolun kenarında oturup bekleyen gözü yaşlı güzel bir kız kederinden oracıkta ölüvermiş. Sonra da işte bu minicik narin çiçekler açıvermiş kızcağızın öldüğü yerde. Birini beklermişçesine yol kenarında bitiverdiği için de adı “yol otu” olmuş. Farekulağı bu yazının başından beri bahsedildiği gibi, şeytanları kovduğuna, üzerinde tohumlarını taşıyanın büyülerden korunduğuna inanılan üç bitkiden sonuncusudur (hatırlatayım, diğerleri güneğik ve sarı kantarondu)
Foto: Stefan.lefnaer, commons.wikimedia.org/wiki/User:Stefan.lefnaer
Uyuzotu (Scabiosa), arıların ve kelebeklerin çok sevdiği nektar üreten kır çiçeklerindendir. Ona biz Uyuzotu diyoruz fakat İngilizler ona “pincushion flower” (iğnedan çiçeği) diyorlar çünkü çiçekleri kuruyup taç yapraklarını döktüğünde terzilerin dikiş iğnelerini üzerine taktıkları iğnedanlara benziyor. Peki biz neden bu güzel çiçeğe Uyuzotu demişiz? Hemen açıklayalım: Uyuzotu eskiden bulaşıcı bir deri hastalığı olan uyuz hastalığına karşı doğal bir ilaç olarak kullanıldığından bu isimle anılıyor. Uyuzotunun çiçeklerin dilinde “Her şeyimi kaybettim”, “Hayatımın aşkını yitirdim”, “Aşkta şansım yok” gibi anlamları varmış. Bu sebeple geleneklere göre eşini kaybederek dul kalan kişilere verilen çiçeklerdenmiş Uyuzotu. Kısaca bu güzel görünümlü çiçek “sevdiğini yitirmenin” ve “yas tutmanın” çiçeğidir.
Foto: Matt Lavin, flickr.com/photos/plant_diversity/  | CC BY-NC-SA 2.
Devedikeni (Cirsium arvense) ya da halk dilindeki adıyla Köygöçüren, özellikle ılıman iklimlerde istilacı ve sevilmeyen bir bitki. Ona tarlalarda, dere ve yol kenarlarında bolca rastlayabilirsiniz. Kökleri donmaya ve kurumaya dayanıklı olan, tohumları aradan 20 yıl geçtikten sonra bile çimlenebilen dayanıklı bir bitki olması onun tek suçu. Çocukluğumuzda “şeytan arabası” dediğimiz esen rüzgarla uçuşan tohumlarını da erkenden olgunlaştırarak kolayca yayılabiliyor. Siz onu sevmeseniz de Devedikeninin de sevenleri var, özellikle arılar, kelebekler, karıncalar ve bazı kuş türleri ona bayılıyor. İskoç ve İrlanda efsanelerinde sıklıkla adı geçen bitkiyle ilgili eski bir inanışa göre üzerinde Devedikeni bitmeyen toprak verimsizdir ve hiçbir işe yaramaz. Bununla ilgili bir hikaye de var. Gözleri görmeye bir adam oğluyla bir araziyi satın almak için yola çıkmışlar. Gidecekleri yere vardıklarında baba oğluna dönüp: “Atlarımızı devedikenine bağla”, demiş fakat oğlu etrafta hiç devedikeni göremediğini söyleyince yaşlı adam: “O halde eve dönüyoruz, bu verimsiz ve değersiz toprak parçasını satın alacak değilim” diye karşılık vermiş.
Foto: Karelj, https://commons.wikimedia.org/wiki/User:Karelj
Baldıran (Conium maculatum) turbun kokusuna benzer kötü kokulu çiçekleri olan ve neredeyse her yerde, özellikle dere ve göl kıyılarında, boş arazilerde ve yol kenarlarında görebileceğiniz, çok fazla tohum üreten ve kolay yayılan çok zehirli bir yabani otsu bitkidir. Baldıran zehirlenmelerinin en önemli nedeni bitkinin yapraklarının maydanoz (Petroselinum crispum)a çok benzemesi ya da kökünün yaban havucu (Pastanica sativa) zannedilerek tüketilmesidir. Felsefenin kurucusu ünlü düşünür Sokrates, sayısı giderek artan (!) Yunan Tanrılarına inanmadığını apaçık söylediğinde yargılanır ve hapse düşer. Hapisteyken ona sunulan zehri tereddütsüz içmeden önce şöyle der: “Unutmayın ben ne ilk, ne de son olacağım. Hak ve hakikati, günlük yaşamın endişelerine yeğleyen birçok insanın sonu da benim gibi olacak”. Mitolojide çobanların ve kırların tanrısı Pan’la birlikte anılan bitki aynı zamanda diğer zehirli otlarınkine hiç benzemeyen etkisi nedeniyle “panik” sözcüğünün de doğmasına neden olmuş. Baldıran cadıların aşk iksirlerinde kullandıkları bir bitkiydi. Aynı zaman da perilerin de oklarını baldıranın üzerindeki çiğ tanelerine batırarak zehirli hale getirdiklerine inanılırmış.
Foto: Gertrude K, flickr.com/photos/gertrudk/ | CC BY-NC-SA 2.0 
Şeytanelması (Datura stramonium) nın cadıların pek sevdiği, uçma, şekil değiştirme ve lanetleme büyüleri yaparken kullandıkları bir bitki olduğuna inanılır. Çoğu zehirli bitkilerden oluşan patlıcangiller (Solanaceae) familyasından beyaz çiçekleri borazana benzeyen Şeytanelması dikenli topları andıran yeşil meyveler de oluşturur. Bu meyveleri yanlışlıkla yemeye kalkan kişiler çoğu zaman delirerek ölürler. Bu son derece zehirli bitki hortlakları görebilmek için hazırlanan iksirlerde de kullanıldığından ona verilen İngilizce isimler arasında “ghost flower” (hortlak çiçeği) da bulunur. İlginç bir bilgi olarak Şeytanelmasına Meksikalı şamanlar da “büyük anne” derlermiş. Bitki insanlık tarihi boyunca dünyanın pek çok kültüründe ölüm ve öte alemle ilgili ritüellerde ve büyülerde kullanılmış.
Foto: Boris Gaberšček, CC BY 2.5 SI
Kurtboğan (Aconitum), genelde zehirli çiçeklerin oluşturduğu düğünçiçeğigiller (Ranunculaceae) familyasından “çok zehirli” bir başka bitki türü. Kurtboğan, insanlık tarihinde zehirli mızrak ve ok yapımında kullanılmış. Alaska’da bu zehirli mızraklarla balina avlanabildiğini düşünürseniz ve  balinanın yanında bir insanın ne kadar küçücük kaldığını gözlerinizin önüne getirirseniz belki durumun ciddiyetini daha iyi anlayabilirsiniz. Cadılar kurtboğanı takdis, korunma, görünmezlik ve lanetleme büyülerinde kullanmışlar. Kurtboğanın kurtadamlarla da ilişkili bir bitki olduğuna inanılmıştır. Kimi söylencelere göre dolunaylı bir gecede kurtboğan otuna dokunanlar kurt adama dönüşür, kimilerine göre ise kurt adamlar ve vampirler sadece bu bitkinin zehriyle öldürülebilir. Yunan mitolojisinde anlatılanlara göre büyücü tanrıça Hekate’nin kutsal çiçeği olduğuna inanılan Kurtboğan Tanrılardan ateşi çalan Prometheus’un ceza olarak bağlandığı kayalıklardan damlayan kanından doğmuştur.
Foto: muathuvangcamera, pixabay.com/tr/users/muathuvangcamera-12335423/
Yüksükotu (Digitalis), zehirli kır çiçekleri arasında en gösterişli ve “en zehirli” olanlarından biridir. Bitkinin zehri vazoya konulduğunda suyuna bile geçebiliyormuş, bu suyu içen (!) çocuklar ve ev hayvanlarının öldüğü vakalar olduğu söyleniyor. Öyle ki İngilizler bu çiçeğe “ölü adamın çanları” ya da “cadının eldivenleri” gibi kasvetli isimler de vermişler. İskandinav mitolojisinde bitkinin “peri çanı” olduğuna inanılır, periler yaklaşan avcılara karşı arkadaşlarını uyarmak için bu çiçekleri çan gibi çalarmış. Yüksükotunu koparmanın perileri gücendirmenize ve başınıza türlü belalar açmanıza neden olacağına inanılıyormuş. Bir İngiliz atasözünde “Yüksükotu ölüyü diriltir, diriyi öldürür” deniyor. Roma mitolojisine göre, Zeus’un karısı ana tanrıça Hera, bir erkeğe ihtiyaç duymadan doğum yapmanın bir yöntemi olarak keşfetmiş bu çiçeği. Hera bitkiyi karnına ve göğüslerine dokundurduğu anda hamile kalıvermiş ve savaş tanrısı Mars’ı (ya da bir başka kaynağa göre ise volkan tanrısı Vulcan’ı) doğurmuş... Siz siz olun, eğer karşılaşırsanız Yüksükotuna elinizi bile sürmeyin.
Sultan Zambağı (Lilium martagon), ormanlık alanlarda karşılaşabileceğiniz uzun ömürlü ve dayanıklı soğanlı bitkilerden biridir. Ona Türk zambağı da diyorlar çünkü çiçeklerinin şekli Osmanlı döneminde giyilen sarıklara benzetilmiş. Diğer bir adı ise sarımsı turuncu renginden ötürü verilen Altın zambağıdır. Bitkinin isminde geçen bu altın sözcüğü zaman içinde onun, değersiz metalleri altına dönüştürmeye çalışan simyacılarla birlikte anılmasına ve adına Simyacı zambağı denilmesine bile yol açmış. Sultan Zambağı, bitkisel reçetelerde de kullanılmış, özellikle çıban ve şişliklere, mide ve karaciğer hastalıklarına karşı ilaç olarak kullanılmış. Sibirya’da “sarana” adıyla tanınan bu zambağın soğanları kemirgenlerin yuvalarından toplanarak su veya sütte haşlanarak ya da etli yemeklerle yenirmiş. 

Sevgili bitki dostları, oldukça uzun bir yazı oldu farkındayım ama umarım okurken keyif almışsınızdır. Bu yazıda kırlarda karşılaşabileceğiniz binlerce bitkiden sadece yirmi tanesine dair hikayeler anlatabildim ama eminim sizler bu yazıyı okuduktan sonra kendi çabalarınızla çok daha fazlasını keşfedeceksiniz. Bulunduğunuz yörede sıklıkla karşılaştığınız bitkilerin yöresel hikayelerini öğrendikçe umarım siz de beni bilgilendirirsiniz. Bu bilgilere de seve seve Bitki Günlüğüm arşivi içinde yer verebiliriz. Bol çiçekli günler hepimize.

15 Mart 2020 Pazar

Bitkisel Bir Söyleşi / 16. Bölüm

Foto: Hillebrand Steve, U.S. Fish and Wildlife Service.
Geçen yazıda çöl bitkilerinden bahsetmiştik. Bu yazıda ise tam tersi özellikler gösteren bir biyomdan, sulak arazi ve bataklık biyomunun ilginç bitkilerinden bahsedelim istiyorum. Bataklıklar, genellikle yer altı sularının çok yüksek olduğu ya da yüzeye çıktığı, alçak, nemli ve kuytu çukurluklarda oluşuyor. Fakat deniz, nehir veya göl kıyılarında ya da yüksek platolarda dahi bataklıklara rastlanabiliyor. Bitkisel yaşam açısından bakıldığında, bataklıklar çoğu zaman odunsu bitkiler olan ağaçlara kıyasla otsu bitkilerin daha fazla yer kapladığı alanlardır. Bataklıklarda yaşayan bitkilere ise "hidrofit" adı veriliyor. Bataklıklar, bulundukları yere ve beslendikleri su kaynaklarına göre (nehir, göl, deniz, yağmur, sel, gelgit, kaynak suları vb.), tatlı, asidik ya da tuzlu su bataklığı olarak adlandırılıyorlar. Şu ana dek birçok farklı bataklık türünü görme şansına sahip biri olarak en ilginç bulduklarımın başında “longoz” ya da “subasar ormanı” adı verilen bataklıkların geldiğini söyleyebilirim. Ben ülkemizde sadece dört tane kalan longozlardan Sakarya Karasu’daki Acarlar longozunu görmüştüm, yanı sıra Kırklareli’ndeki İğneada longozu, Sinop’taki Sarıkum longozu ve Bursa’daki Karacabey longozu barındırdıkları endemik canlı ve bitki çeşitliliği nedeniyle görülmeye değer ve korunması gereken diğer longozlar. Ülkemizde sadece Karadeniz ve Marmara Bölgesi’nde görülen longozları diğer bataklık türlerinden ayıran nitelikleri: hem odunsu hem de otsu bitkileri bir arada barındırmaları (yani bir zengin bitki çeşitliliğine sahip olmaları) ve suyun zaman zaman tamamen toprak altına çekilerek sulak arazi niteliğini geçici olarak yitirmeleridir. 
Sakarya Karasu’daki Acarlar longozu.
Foto: Bahattin Arıcı, 500px.com/bahattinarici

Bataklıklar birçok canlıya ev sahipliği yapmaları, su ve besin kaynağı olmalarının yanı sıra yarı geçirgen özelliklerinden dolayı içlerinden geçen suyu tıpkı bir filtre gibi arıtma özelliğine de sahip olan alanlardır. Bataklık suları çoğu zaman oksijeni az, kötü kokulu ve genellikle asidik olduklarından insanlar tarafından kullanılamaz fakat su bu arazilerden süzülerek bir sonraki su havzasına ulaşırken kirlilik ve tortularından arınmış olur. Diğer yandan yağmur sularının birikimi ve yavaş salınımı sayesinde bataklıklar, fırtınalar yüzünden oluşabilecek ani su baskınlarına da engel olurlar. Tüm bu faydalarına rağmen sıtma hastalığı, sarı humma, Dang humması, Batı Nil virüsü ve Zika gibi sivrisinekler aracılığıyla yayılan hastalıkların kaynağı olarak görülmeleri, etrafa kötü koku yaymaları ve kurutulduklarında verimli tarım arazilerine dönüştürülebilmeleri nedeniyle birçok bataklık kurutularak yok ediliyor. Kurutulan bataklıkların verimli tarım arazilerine dönüşmelerinin başlıca nedeni, bataklıklarda yaşayan otsu bitkilerin yaşam döngülerinin kısa oluşu ve hızla çürüyerek değerli turba toprağına dönüşmeleridir. Aynı zamanda bataklıkları besleyen akarsuların taşıdığı kimyasal açıdan zengin içerikli alüvyonlar da buralarda birikir. Şehirleşme ve beraberinde getirdiği ormanlık alanların imara açılması nedeniyle beslendikleri su kaynaklarından da koparılan bataklıklar, günümüzde hızla tükenen yeryüzü tatlı su rezervinin da yaklaşık yüzde 10’unu içlerinde barındırıyor. 
Foto: Janet Becker, U.S. Fish and Wildlife Service.

Bataklıklarda yaşayan bir bitki olsaydınız, sizin için en temel sorun, oksijen miktarı düşük ve asiditesi yüksek çamurlu suyun yüzeyinde kalarak fotosentez yaparken toprakla da bağlarınızı koparmadan yaşayabilmek olurdu. Bu nedenle bataklık bitkilerinin çoğu havayı yapraklarından alıp köklerine doğru taşıyarak su yüzeyinde kalabilen, çoğunlukla rizomlu bitkilerden oluşuyor. Bitkiler kökleriyle dipteki çamura tutunarak suyun akışını yavaşlatıyor ve kıyı erozyonuna engel oluyor, aynı zamanda da göçmen kuşlar, yüzergezerler (hem karada hem de suda yaşayabilen kurbağa, kaplumbağa, semender vb. canlılar), balıklar ve suda yaşayan memeliler gibi birçok canlının yaprakları ve kökleri arasında barınmalarına da olanak sağlıyorlar. Bataklıkların yok edilmesinin en çarpıcı sonucu kuşkusuz bu canlıların popülasyonlarının ve bulundukları çevreye sundukları biyolojik zenginliğin ortadan kalkmasıdır. Bu durumun ülkemizdeki en son ve en vahim örneği, Trabzon’da deniz seviyesinden 2 bin metre yüksekte bulunan, yaklaşık 10 bin yıldır var olduğu söylenen ve sit alanı olan Ağaçbaşı yaylası turba bataklığının 2019 yılı Kasım ayında yakılması sonucu benzersiz bir ekolojik hazinenin ve endemik bitki örtüsünün büyük ölçüde zarar görmüş olmasıdır. Yine geçtiğimiz yıl aynı zamanlarda Gümüşhane’de bulunan 12 bin yıllık Dipsiz Göl de içinde hazine bulunduğu gerekçesiyle yok edilmişti. Ne yazık ki hazine arayanların farkında olmadan yok ettikleri şey hazinenin ta kendisiydi. 12 bin yıl boyunca değişmeden kalan, son buzul çağının izlerini taşıyan gölün suyu tahliye edilip dibine kadar kurutulduktan sonra kepçelerle kazılmıştı. Dipsiz Göl tekrar suyla doldurarak sözüm ona “restore edildi” ama bulunduğu coğrafyanın ekolojik tarihine ışık tutacak tüm verileri geri dönüşümü olmayacak şekilde kaybedildi. Bu durumu bu değerleri yok eden insanlara nasıl anlatabiliriz ki?...
Ağaçbaşı yaylası turba bataklığının yakılmadan önceki hali.
Ağaçbaşı yaylası turba bataklığının yakıldıktan sonraki hali.
Sulak alan bitkilerinden bana göre en ilgi çekici ve en yaygın görülenleri ele almaya çalışacağım şimdi... Bahsedeceğim ilk bataklık bitkisi olan Kunduz Otu (Limonium) dünyanın birçok bölgesinde yetişen, 150’ye yakın çeşidi bulunan çok yıllık ve rizomlu bir otsu bitki. Tuzlu ve alkali topraklara dayanıklı olan (halofit) bitki doğal ortamında deniz kıyılarına yakın, tuzlu su bataklıklarında görülüyor. Genellikle pembe ve mor olan çiçekleri bulunan Kunduz Otu, nadiren beyaz ve sarı tonlarda da görülebiliyor. Kunduz Otu’nun önemli bir özelliği ise, kurutularak süs bitkisi olarak da kullanılabilmesi ve bu nedenle bahçecilikte sevilen bir bitki olması. Bitkinin güzel çiçeklerini Temmuz’dan Ekim’e kadar görebilmek mümkün. Arıların da çok sevdiği bu bitkiye denizin tuzlu rüzgarlarından etkilenen yazlık bahçelerde de yer veriliyor... 
Kunduz Otu (Limonium)
Foto: Hank Wallays, flickr.com/photos/unovidual/, Halka Açık

Tuzlu su bataklıklarında ve deniz kıyılarında yaygın rastlanan bir diğer ilginç bitki ise salatasını pek sevdiğim Deniz börülcesi (Salicornia). Dünyada sadece Güney Amerika ve Avustralya’da görülemeyen bitkinin özellikle Salicornia europaea türü, pişmiş ya da çiğ olarak yenebiliyor fakat sindirimi mümkün olmayan odunsu iç kısmını mutlaka çıkarmanız gerekiyor. Bitkiden ayrıca yüksek tansiyon, obezite ve karaciğer yağlanmasına karşı bitkisel bir tuz da elde ediliyor. Öte yandan Deniz Börülcesi’nden, endüstriyel üretimle biyodizel de elde edilmeye de çalışılıyor. Bitkinin önemli bir başka özelliği ise yetiştirildiği toprağı yüksek miktarda bulunan zehirli selenyum tuzlarından arındırabilmesi. Kimi bitkiler başka canlılar tarafından yenmemek için bünyelerinde selenyum depolayabiliyor. Ama korkmayın, Deniz Börülcesi topraktan aldığı selenyumu rüzgarlarla buharlaştırarak atmosfere salıyor. 
Deniz börülcesi (Salicornia)
Foto: Vernon Smith, bnhm.berkeley.edu/ CC BY-NC-ND 3.0

Sırada bataklıklarda yetişen tartışmasız en güzel çiçek olan Kokulu Nilüfer (Nymphaea odorata) var. Latince adını Yunan ve Latin mitolojisinin ırmak ve göllerinde yaşayan sihirli yaratıkları “su perileri”nden (nympha) alan nilüferlere ırmaklarda pek rastlanmaz çünkü akıntılı ve derin sularda büyüyemezler. Nilüferlerin yaprakları ve çiçekleri su üzerinde yüzerken, gövdeleri su altındaki toprağa ulaşır. Nilüferin beyaz, pembe, mavi ve sarı tonlarındaki çiçekleri dönemsel olarak erkek ve dişi cinsiyeti taşırlar ve böcekler tarafından tozlaştırılırlar. Nilüferler su yüzeyini kaplayarak güneş ışınlarının içeri girmesine engel olarak yosun oluşumunu da azaltırlar. Yanı sıra suda yaşayan canlılar için de birer sığınak vazifesi görürler. Kokulu Nilüfer, geceleri çiçeklerini kapatarak gündüz olduğunda yeniden açan hoş kokulu nilüferlerdendir (kokusuz olan türleri daha yaygındır). Tohumları, yaprakları, çiçekleri ve rizomları tüketilebilir. 
Kokulu Nilüfer (Nymphaea odorata)
Foto: Tom Nicholls, bangmuin.xyz/images-for-water-lilies/, Halka Açık

Benim yaklaşık bir yıl kadar su dolu, büyük ve derince bir kovada yetiştirmeyi başardığım fakat ne yazık ki yaprak bitlerinin istilasına yenik düşen Su Sümbülü (Eichhornia crassipes) de bataklığın güzel çiçeklerinden biridir. Su sümbülü genellikle yavaş akan su ve bataklıklarda su üstünde kalabilen (yüzücü), mum alevine benzeyen eflatun çiçekler açan bir tür. Su sümbüllerini “Görünmeyen Doğa” (Invisible Nature) adlı belgeselde izlediğimde çok şaşırmıştım. NASA Stennis Uzay Merkezi, 1974 yılından bu yana su sümbüllerini ortalama 6 bin kişilik tesisin atık sularını arıtmak için kullanıyor. Tesisin atık sularının toplandığı 1,2 hektarlık lagünde yaşayan su sümbüllerinin kökleri hiç de uzun değil çünkü atık suda bolca buldukları besleyici maddelere erişmeleri için illa ki toprağa ulaşmaya gerek duymuyorlar. Su sümbüllerini en son Antakya seyahatimde Asi nehrinde tembel tembel yüzerken izlemiştim yüksek bir köprüden. 
Su Sümbülü (Eichhornia crassipes)
Foto: Wouter Hagens, commons.wikimedia.org/wiki/User:Wouterhagens

Bataklıklar aynı zamanda barındırdıkları böcek popülasyonuna bağlı olarak kimi hayret verici bitkilerin de burada yaşamasına imkan tanıyor. Suları asidik olan bataklıklarda yaygın görülen etçil bitkilerden biri olan Güneş Gülü (Drosera) 194 çeşidiyle en yaygın görülen etçil bitkilerin başında geliyor, öyle ki yeryüzünde sadece Antarktika kıtasında görülmüyor. Güneş Gülü yapraklarını kaplayan ve çiy tanelerine benzeyen yapışkan bir salgıyla böcekleri kendine çekerek yakaladıktan sonra sindiriyor. Güneş Gülleri, genellikle bataklığın bol güneş alan nemli kıyılarında çamura tutunarak yaşamlarını sürdürseler de yağmur ormanı, çöl ya da fazla ışık almayan orman altlarındaki yosun tabakasının üzerinde yaşayan türleri de bulunuyor. Süs bitkisi olarak yetiştirmenin en zor olduğu etçil bitki türü olarak tanınıyor. 
Güneş Gülü (Drosera)
Bataklıklarda yaşamayı seven bir diğer etçil bitki ise benim de bir süre evimde konuk ettiğim İbrik Otu (Sarracenia purpurea). Güneş Gülü’nün aksine etçil bitkiler arasında bakımı en kolay tür olduğu söyleniyor. İbrik Otu salgıladığı nektar, yapraklarının rengi ve kokusu ile böcekleri kendilerine çekiyor ve uzun tüp şeklindeki yaprakları içinde bulunan su, enzim ve bakteriler yardımıyla onları sindiriyor. Bu bitkinin en önemli özelliği besin içeriği zayıf olan, asitli ve nemli ortamlarda, bataklık alanlarda, yağmur suyuyla ıslanan ya da eriyen karların yıkadığı sürekli nemli kalan çayırlarda yaşayabilmesi, yani saksı toprağında yetişmiyor. Bitkiyle ilgili ikinci en önemli özellik ise sadece saf su verilebilmesi. Bu bitkiye ilgi duyanlar daha ayrıntılı bilgi için Bitki Günlüğüm’deki İbrik Otu sayfasını ziyaret edebilirler.
İbrik Otu (Sarracenia purpurea)
Foto: Jeremiah Harris, carnivorousplantresource.com
Sürekli nemli kalan toprakları seven bir başka ilginç ve güzel çiçek ise Süsen ya da İris bitkisidir. Süsengillerle doğada yürürken de karşılaşabilirsiniz. Ben de süsenlere bahar gelir gelmez kayalık yamaçlarda rastlıyorum yürürken. Sarı ve mor renklerdeki kısa boylu bu süsenler (Iris suaveolens olduklarını düşünüyorum), minik müşkülüm çiçekleriyle (Muscari bourgaei) beraber kayalıkları süslüyor. Doğada bulunan süsenler yarı kurak iklimlerde, dağ çayırlarında, kayalık yamaçlarda, bataklık ve nehir kıyılarında yetişiyor.  Bu bitkinin en gösterişli örneklerinden biri olan Mor Süsen ya da Yanardöner Süsen (Iris versicolor), çok yıllık rizomlu otsu bir bitkidir. Süsen türleri arasında soğanlı olanları da bulunuyor. Mayıs ile Temmuz ayları arasında çiçeklerini sergileyen bitkinin zarif çiçekleri mor, eflatun ya da koyu mavi olabiliyor. Yanardöner Süsen’in rizom ve öz suyunun zehirli olduğu biliniyor, kendisine nerede rastlarsınız bilmiyorum ama bunu da doğadan çiçek toplamayı sevenler için belirtmiş olayım. 
Yanardöner Süsen (Iris versicolor)
Foto: Bob Gibbons, pixels.com/profiles/science-photo-library
Su Kamışı olarak da bildiğimiz Geniş Yapraklı Hasırotu (Typha angustifolia) sulak arazilerde görmeye en fazla alıştığımız bitkiler sıralamasında ilk sıralarda yer alıyor. Kuzey yarımkürenin neredeyse tüm göl ve bataklıklarını çevreleyen bu bitkinin en belirgin özelliği uzun boyu ve şişe geçirilmiş sosisleri andıran kahverengi çiçekleridir. Geniş Yapraklı Hasır Otu’na sığ ve durgun su kıyılarında bolca rastlayabilirsiniz. İnce ve dar yapraklara sahip olan Typha latifolia ise daha derin sularda yaşayabilen bir akrabasıdır. Hasır otlarının önemli bir özelliği ise kökünden yaprağına kadar yenebilen otlar olmalarıdır... 
Geniş Yapraklı Hasırotu (Typha angustifolia)
Odunsu bitkilerin bataklıklarda pek fazla bulunmadığını yazının başında belirtmiştim. Fakat tabi ki su kıyılarında ve hatta suyun içinde yaşayabilen ağaç ve çalı türleri de mevcut. Bunların başında hepimizin bildiği Söğüt (Salix) ve özellikle bataklıkları kurutmak için dikilen Okaliptus (Eucalyptus) türleri geliyor. Fakat servigillerden (Cupressaceae) kışın yaprak döken bir kozalaklı türü olan Bataklık servisi (Taxodium distichum) hepsinden daha ilginç bir bataklık ağacı. Ağacın en ilginç özelliği suyun dışına ve yukarı doğru uzattığı kökleridir diyebilirim. Bunların bitkinin su altında kalan köklerine oksijen ulaştırmaya yarayan hava kökleri olduğu zannedilirken yapılan güncel bilimsel araştırmalar bunların ağacın devrilmesini önlemek üzere oluştuğunu saptamış. Kökleri suya doğru kalınlaşarak konik bir şekil alan Bataklık Servisi boyu 40 metreyi aşabilen oldukça büyük bir ağaç. İstanbul’da yaşayanlar onu tıpkı benim de yaptığım gibi Atatürk Arboretumu’ndaki kuğulu gölün kıyısında görebilirler.
Bataklık servisi (Taxodium distichum)
Foto: Miguel.v, en.wikipedia.org/wiki/User:Miguel.v