29 Şubat 2020 Cumartesi

Bitkisel Bir Söyleşi / 15. Bölüm



Bu yazımda size çoğumuzun yabancısı olduğu bir coğrafya olan çölleri ve onların birbirinden ilginç bitkilerini sizlere tanıtmak istiyorum. Aslında çöller hayvan ve bitki yaşamına elverişli olmayan, neredeyse hiç yağış almayan, gündüz ve gece arası aşırı ısı farklarının görüldüğü yerler. Fakat buralarda bile yaşama tutunabilen canlılar, özellikle de bitkiler var. Bitkilerin bu sert koşullara uyum sağlayabilmek için yeşil yapraklarından vazgeçerek su tutabilen etli yapraklara, dikenlere veya tüylere sahip olmak üzere evrimleştiklerini görebiliriz. 
Afrika kıtasındaki Sahara Çölü'nde bulunan ve kayalardan oluşan bir labirenti andıran Ennedi Platosu.

Çöl dendiğinde gözlerinizin önüne öncelikle bulutsuz bir gökyüzünde yakıcı bir güneş ve altında kum tepelerini aşan deve kafileleri gelebilir fakat dünya üzerinde sıcak ve kumul çöller olduğu gibi soğuk veya kar kaplı kutup çölleri de bulunuyor. Üstelik kumul çöller dünyadaki çöllerin sadece 5’te 1’ini oluşturuyor. Dünyadaki karaların ise neredeyse 3’te 1’ini oluşturan çöllerin en büyüğünün, 9 milyon kilometrekarelik yüz ölçümüyle Sahra Çölü olduğu bilinir. Oysa soğuk çöller olan Güney Kutup ve Kuzey Kutup Çölleri toplamda yaklaşık Sahra’nın 3 katı büyüklüğünde bir alanı kaplıyorlar. Fakat biz bu yazıda kutup çöllerinden değil sıcak ve soğuk çöllerde yaşayan ilginç bitkilerden bahsedeceğiz... Ülkemizde de çöl özelliklerini gösteren, Konya’nın güneydoğusundaki Karapınar ilçesinde bulunan, hatta içinde krater göllerinin de olduğu sadece tek bir yer var: Karapınar Çölü.
Konya'daki Karapınar Çölü Türkiye'de çöl özellikleri taşıyan bildiğimiz tek yer.

Eğer sıcak çöllerden birinde yaşayan bir bitki olsaydınız kendinizi öncelikle üç şeyden korumanız gerekirdi: bünyenizdeki suyu kaybetmek, yiyecek bulamayan canlılara yem olmak ve neslinizi sürdürebilmek. Çöl bitkilerinin büyük bir kısmı fotosentez yaparken kullandıkları karbondioksiti, stomalarını (eğer varsa yapraklarının yüzeyindeki minik delikleri) sadece güneş çekildikten sonra açarak alırlar. Böylece gündüz buharlaşma yoluyla bünyelerindeki suyu kaybetmemiş olurlar. Çöllerin “hayatta kalma” ustaları olan kaktüsler, suyu bünyelerinde bazen aylarca, bazen de birkaç yıldan da uzun bir süre boyunca tutabilen bitkilerdir. Kaktüsler genellikle köklerini yüzeye yakın tutarak nadiren görülen yağışlarda suya hızlıca erişebilmeyi amaçlar, öte yandan toprağın derinliklerindeki suya erişebilecek kadar uzun köklere sahip çöl bitkileri de bulunur. Çöl bitkilerinde görülen irili ufaklı dikenler ve zehirli öz suları ise bitkileri aç hayvanlara yem olmaktan korur. 
Afrika kıtasının Atlantik Okyanusu kıyısına kadar uzanan Namibya Çölü.
Foto: Robert Harding World Imagery, NZ, bingwallpaper.anerg.com

Toprağın kuraklık ve buharlaşma ile kaybettiği su nedeniyle giderek daha tuzlu hale gelmesi de bitkiler açısından önemli bir dezavantajdır. Özellikle soğuk çöllerde toprak çok daha tuzludur ve buralarda daha önceki bir yazıda anlattığım likenlere bolca rastlanabilir. Fakat çöl bitkilerinden bazıları bünyelerindeki tuzu dışarı atacak mekanizmalar da geliştirmişlerdir. Sukkulent olarak bildiğimiz bitkilerde bu özelliği gözlemleyebiliriz. Sukkulentler suyu da etli yaprakları, gövdeleri ya da yumruları içinde jel formunda hapsederler. Çöl bitkilerinin ürettikleri tohumlar da diğer bitkilere kıyasla çok daha dayanıklıdır. Tek yıllık bitkiler normalden daha hızlı olgunlaşarak tohumlarını daha kısa sürede oluştururken, çok yıllık bitkiler ise bir sonraki yağış dönemini sabırla bekleyen tohumlar üretirler. Öte yandan bu bitkiler tohumlarını, suyun bu denli az bulunduğu bir ortamda kendileriyle rekabet etmemeleri için kendilerinden uzaklaştırmak için gerekli yöntemleri kullanırlar. Örneğin kimi tohumlar çöl rüzgarlarında uzaklara savrulduklarında, kabukları soyulmaya başladıktan sonra filizlenmeye başlarlar. Kimi tohumlar ise bazı hayvanlar tarafından yutulduktan sonra uzaklara taşınarak o hayvanın gübresi sayesinde filizlenebiliyor. 
Saguaro kaktüsü (Carnegiea gigantea)
Foto: Doug Kreutz, Arizona Daily Star
Çöl bitkileri arasında en ilginç olanlarından bahsetmeye geldi sıra... İlk sırada belki de kovboy filmlerinden tanıdığınız Saguaro kaktüsü (Carnegiea gigantea) var. Arizona’nın kayalık Sonora Çölü’ne özgü boyu 15 metreye kadar uzayabilen oldukça heybetli bir kaktüs bu. Onu kollarını yukarı kaldırmış bir deve benzetebilirsiniz fakat hiç dalları olmayan örnekleri de bulunuyor. Aslında bu boyuyla ona kaktüs ağacı demek de yanlış olmaz. 200 yıl kadar yaşayabilen örnekleri bulunan bu kaktüsün en ilginç özelliği ise suyu depoladıkça gövdesinin akordeon gibi şişiyor olması. Kaktüsün 7 cm’e kadar uzayabilen iri iğneleri ise neredeyse çelik kadar sertmiş. Saguaro kaktüslerinin en önemli özelliği ise bulunduğu çevredeki hayvanların besin, barınma ve korunma gereksinimlerini karşılaması. Kaktüsün insanlar tarafından da yenebilen meyvelerini Arizona yerlileri de toplayarak tüketiyor. Fakat kaktüsün içinde topladığı su acımsı olduğundan içilebilmesi zor. Saguaro kaktüsleriyle ilgili ilginç bir bilgi ise bunlara ateş etmenin Arizona kanunlarına göre yasak olması. Buna rağmen 1982 yılında bu kaktüslerden birine ateş eden David Grundman, kaktüsün 230 kiloluk bir dalının altında kalarak ölmüş.
Beyzbol topu bitkisi (Euphorbia obesa)

Güney Afrika’nın Karoo Çölü’nde “beyzbol topu bitkisi” olarak bilinen top gibi yusyuvarlak bir çöl bitkisi yaşıyor. Beyzbol topu bitkisi (Euphorbia obesa) Latince isminden de anlaşılacağı üzere biraz tıknaz, sukkulent türünde bir bitki yani bir kaktüs değil. Dolayısıyla üzerindeki dikenleri yok. Ona çok benzeyen Meksika kökenli bir kaktüs olan Deniz Kestanesi kaktüsü (Astrophytum asterias) ile arasındaki temel fark da bu dikenler. Bu iki tamamen farklı türün de benzer koşullarda yaşamaları yüzünden birbirlerine benzer şekilde evrimleşmiş olması bile evrimin apaçık kanıtı. Beyzbol topu bitkisi çölün kuraklığına dayanabilmek için gövdesinde su depolayabiliyor. Bitki en az 6 ve en fazla 15 cm arası bir çapa ulaşana dek büyüyebiliyor. (Ek Bilgi: Bir beyzbol topunun çapı da 7,5 cm’dir) Bitki güneş altında kaldıkça rengi yeşilden kırmızının ve morun tonlarına dönüşebiliyor. Erkek ve dişi bireyleri bulunan bitkiyi üretebilmek için her iki cinse de sahip olmanız gerekiyor fakat çok az sayıda tohum ürettiğinden çok fazla beyzbol topu bitkisi üretmeniz de zor. Oldukça yavaş büyüyen bu bitkiyi doğadan toplamak ise kesinlikle yasak. 
Çakal Yemi bitkisi (Hydnora africana)
Foto: Polylepis, www.flickr.com/photos/polylepis/


Diğer bitkilerin köklerine tutunarak besinlerine ortak olmak da çölde hayatta kalabilmek için tercih edilen bir başka yöntem olarak karşımıza çıkıyor. Güney Afrika çöllerine özgü bir diğer bitki olan Çakal Yemi bitkisi (Hydnora africana), sütleğengillere (Euphorbiaceae) ait bitkilerin köklerinden beslenen, bilim kurgu filmlerinde görebileceğiniz canavarlara benzeyen tuhaf çiçeklere sahip “parazit” bir bitki türü. Yani gün ışığıyla fotosentez yapmak için ne klorofile ne de yeşil yapraklara sahip değil. Bitki büyük ölçüde toprak altında yaşasa da üreyebilmek için yağmur sezonundan hemen sonra oluşturduğu leş kokulu turuncu çiçeklerini toprağın dışına çıkarıyor. Bitki bu kokuya çekilen böcekleri bir süre içinde hapsederek onları yeterince polenlerine buladıktan sonra serbest bırakıyor. Böylece böcekler de bir başka Çakal Yemi’nin çiçeğine polenleri taşıyor. Bitkinin tadı patatesi andıran 8 cm. çapındaki meyvesi de toprak altında yetişiyor. İşte çakallar da dahil olmak üzere kuşlar, köstebekler, kirpiler gibi birçok küçük hayvan bu meyveleri topraktan çıkarıp yiyebiliyor. 
Velviçya (Welwitschia Mirabilis)
Namibya çöllerine özgü ilginç bir çöl bitkisi olan Velviçya (Welwitschia Mirabilis) çölün zor koşullarında hayatta kalmanın ötesine geçerek bunu uzun yıllar devam ettirebilen bir bitki olarak karşımıza çıkıyor. 1500 yıl kadar yaşayabilen Velviçya çok yapraklı bir bitki gibi görünse de aslında görünler, yaşamı boyunca çıkardığı iki yaprağın sürekli olarak çatallanması ile oluşuyor. Bitkinin bu kadar uzun yaşayabilmesinin nedeni belki de gelişim hızının çok yavaş olması olabilir. Toprağın derinliklerindeki suya ulaşabilecek kadar uzun köklere sahip olan bitki böylece yağışların olmadığı bir ortamda uzun süre hayatta kalmayı başarmış. Bitkinin son derece kurak olan bu çölde genellikle yer altı su yolları üzerinde görülmesinin nedeni de budur. Velviçya ayrıca kendi bitki ailesinin bugün hayatta kalan tek örneği. Bitkinin erkek ve dişi bireyleri de bulunuyor ve dişilerin oluşturduğu kozalak benzeri yapılar bitkinin tohumlarını barındırıyor. Herhangi bir mantar hastalığı olmadığı sürece bu tohumlar türün doğadaki devamlılığını sağlıyor. Bitkinin doğadaki örnekleri Namibya’dan çok Angola’da daha iyi korunuyormuş. Nedeni ise bir hayli ilginç: çölde bulunan kara mayınlarının bitkiyi doğadan toplamayı düşünenleri uzak tutması (!)
Baobab (Adansonia)


Çölde bir ağaç, hem de heybetli bir ağaç görmek de pekala mümkün. Baobab (Adansonia), Saint-Exupery’nin Küçük Prens’ini okuyanların iyi bildiği, ilginç görünümlü bir ağaçtır. Boyu 30 metre, çapı ise 11 metreye kadar çıkabilen baobabın 9 alt türü var ama bunların üçte ikisi Madagascar’da bulunuyor. Fakat bilinen en büyük baobab ağacı, Güney Afrika’nın Limpopo eyaletinde bulunan 47 metrelik boyu ve 16 metrelik çapıyla adeta bir dev. Gövdesi tacına göre hayli iri görünen ağacın gövdesi aslında baobabın su ihtiyacını karşılayan 100 tonluk bir su deposu görevi görüyor. Ağacın meyveleri (ananas, armut ve vanilya karışımı bir tadı olduğu söyleniyor) üzerine şeker dökülerek yenebilirken, kabuğu ve yaprakları ise ateş düşürücü olarak kullanılabiliyor. Baobab kuraklığa dayanıklı ama yapraklarını kurak mevsimlerde döküyor. Baobabla ilgili ilginç bir Afrika efsanesi de var: Baobab heybetli görüntüsüyle ilahi varlıkları gücendirdiği için tanrılar onu cennetten söküp atarlar ve zavallı ağaç dünyaya tepetaklak düştüğü için böyle bir görünüme sahip olur, yani diğer ağaçların aksine baoabın kökünün gökyüzüne dönük olduğuna inanılır. Baobab yapraksız kaldığı kurak mevsimlerde gerçekten de baş aşağı duran bir ağaca benziyor. Büyüleyici güzellikte çiçeklere sahip olan Çöl gülü (Adenium) de baobabın yakın akrabasıdır. 
Kızıl gezegen Mars, yakın bir gelecekte insanlığın ikinci adresi olacak.
Foto: NASA, www.nasa.gov


Çöl bitkilerinden bazı ilginç örneklerle tanıştıktan sonra şimdi de çöllerden yüzümüzü göğe, yıldızlara çevirelim. Dünya dışındaki gezegenlerin (önceliğimiz Mars) yaşama elverişli hale getirilmesi teknolojisi (terraforming) günün birinde bir bilim kurgu teması olmaktan çıkıp da gerçeklik kazandığında belki de çöl bitkilerinden öğrendiklerimiz gerçekten çok işe yarayacaktır. Hatta öncü organizmalar olarak bu gezegenlere belki de ilk yerleşecek olanlar, çöl bitkilerinin ya da çöllerde yaşayan mantar ve bakterilerin laboratuvar ortamında gen mühendisliğiyle daha da dayanıklı hale getirilmiş örnekleri olabilir. Çünkü görünen o ki gözlemleyebildiğimiz yakın gezegenlerin (katı halde olmayanların uyduları da dahil) çoğunun toprağı çöl benzeri özellikler gösteriyor. Bunun nedeni kuşkusuz buralarda toprağın oluşmasını sağlayabilecek mikroorganizmaların bulunmayışı. Şu anda kulağa bir bilim kurgu öyküsü gibi gelse bile çöllerden öğreneceğimiz ve dünya dışında işimize yarayacak çok şey olduğuna inanıyorum. 


28 Şubat 2020 Cuma

Bitkisel Bir Söyleşi / 14. Bölüm

Filipinler'de yer alan bir mangrov ormanının havadan görüntüsü.
Foto: Alexey Cornylyev, www.123rf.com/profile_alexpunker


İlk kez kullanıldığı 1935 yılından itibaren hayatımıza giren bir kavram olan “ekosistem”, belirli bir ortamdaki canlı ve cansız varlıkların diğer ortamlardan bağımsız olarak kendine yetebilen, korunaklı ve lokal bir çevresel bütünlük oluşturmak üzere iş birliği içinde olmasını ifade ediyor. Coğrafik özellikleri ve ölçeklerine göre ekosistemlerin büyük olanlarına “biyom” da deniyor. Üzerinde yaşadığımız gezegen de ya da masanızın üzerinde duran fanus içindeki küçük teraryum da başlı başına bir ekosistem fakat sözgelimi bir kutup ya da çöl biyomu terimini kullanmak veya bir bataklık ya da gölet ekosistemi demek çok daha doğru bir kullanım şekli. Bu sistem içinde varlıkların cansız (inorganik) materyali, canlı (organik) materyale dönüştürmek için geçirdiği sürece “besin zinciri” adı veriliyor. Bu besin zincirinin en önemli elemanlarından biri kuşkusuz ki bitkilerdir. Bitkilerin (üreticiler) topraktan aldıkları besinlerle oluşturdukları kök, yaprak ve meyveler ile beslenen hayvanlar (tüketiciler) başka yırtıcılar tarafından avlanıyor ve ölen canlılardan toprağa karışan tüm organik materyal, mantarlar ve bakteriler (ayrıştırıcılar) tarafından ayrıştırılarak yeniden bitkilerin kullanımına sunulmuş oluyor. Birbirine derin bağlarla bağlı bu unsurlar bir ekosistemin var olabilmesi için gerekli temel unsurlardır.

Ekosistemin bu hassas dengesini bozmak sadece ekosistemin içindeki bitki ya da hayvanlara zarar vermekle gerçekleşmiyor, cansız olan ögeleri bile canınız istediği gibi değiştirmeye kalktığınızda da ekosisteme ciddi zararlar verebilirsiniz. Örneğin, İstanbul’da yapılması tartışılan Kanal İstanbul Projesi ile oldukça büyük ölçekli bir ekosistemin yapıtaşları yerinden oynatılacak. Öyle ki bu projenin uzun vadedeki sonuçlarını öngörebilmek bile imkansız. Bir gölü kurutmak, bir ormanın ortasına koskoca bir otoyol inşa etmek ya da milli park statüsündeki bir ekosistemin ortasına bir maden işletmesini oturtmak bizim bu ülkede duymaya ve görmeye çok alışık olduğumuz türden yıkımlar. Bir ekosistemde yukarıda bahsedilen üretici, tüketici ya da ayrıştırıcı unsurların varlığını ve miktarını değiştirecek her bir müdahale şüphesiz ki bize yaşanması olası çevre felaketleri olarak geri dönecektir. Bir yörenin bitki örtüsünü yok ederseniz, hayvanların göç yollarını değiştirir, yer altı/ yer üstü su havzalarını ve toprağı kirletirseniz (ki toprağı en fazla kirleten unsur tuzdur) kısaca o ekosistemi yok etmiş olursunuz. Her zaman alışık olduğumuz insan merkezci bir bakış açısıyla bakarsak, o ekosistemde yaşayan “insanların da” sağlığını tehlikeye atmış oluruz çünkü her ne kadar kendini her şeyin üzerinde konumlandırsa da insan da bu bütünün bir parçasıdır sevgili bitki dostları. 
Doğa, özellikle de bitkisel yaşam kendisini kolaylıkla tamir edebilecek uyumluluğa ve güce sahiptir. Fakat biyolojik çeşitliğinin günden güne ortadan kalktığı ve çevrenin her geçen gün daha da kirletildiği bir gezegende doğanın da “tükenmişlik sendromu” yaşaması kaçınılmaz. Dünya üzerinde ne yazık ki dışa kapalı, insan ihlali ve istilasına açık olmayan hiçbir biyom kalmamış gibi görünüyor. Öyle ki insanın yaşamadığı kutuplarda küçük bir ülke büyüklüğündeki buzulları eritmeyi, okyanusun kilometrelerce altındaki derinlikleri bile kirletmeyi başardık(!). Oysa sadece bitki ve hayvanların değil, kendi türümüzün devamlılığı için de ormanlarımızı, bozkırlarımızı ve su havzalarımızı korumamız gerekiyor. “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” diye düşünmeyin. Her ne yapabiliyorsanız o bile gezegenin geleceği için çok önemli ve değerli. Nerede yaşıyor olursak olalım Amazon ormanlarını da, kutuplardaki hayvanları da, okyanuslardaki balinaları da düşünmek zorundayız.  “Think global, act local” (Global düşün, yerel eylemler yap) bakış açısıyla yalnızca bir tüketici olarak tüketim alışkanlıklarımızı değiştirerek bile çok şeyi değiştirebiliriz. Doğaya zarar vermeyen üretim ve tüketim biçimlerini, temiz enerjileri, geri dönüşümden önce “çöpümüzü azaltmayı”, “ihtiyacımız olmayanı satın almamayı” ve “sahip olduklarımızı daha uzun süre kullanmayı” tercih etmek gerçekten çok şeyi değiştirebilir. 


Yazının başında da bahsettiğimiz üzere, yeryüzünde görülen büyük ekosistemler olan biyomlar, kara ve su biyomları olarak ikiye ayrılıyor. Karasal biyomlar ise kuzeyden güneye inildiğinde temel olarak kutup, tundra, tayga, ılıman orman, bozkır, Akdeniz, çöl, savan ve Ekvator gibi biyomlar olarak çeşitleniyor. Ülkemiz bu biyom kuşakları içinde kuzeyde ılıman orman, güneyde Akdeniz ve ortasında çoğunlukla bozkır biyomlarını barındırıyor. Nerdeyse dört mevsimin bir arada yaşanabildiği bu coğrafyada görülen “biyom zenginliği” de bitkisel çeşitliliğin bu denli fazla olmasının bir nedenidir kuşkusuz. Ülkemizde en yaygın görülen karasal biyom olan ılıman bozkırın özelliklerine değinmek gerekirse, bunlar kışın oldukça soğuk ve yağışlı ama yazları sıcak ve kurak olan, orman ya da ağaçlardan çok otsu, soğanlı ve yumrulu bitkilerin hakim olduğu açık düzlük alanlardan oluşuyor. Bozkırın önemli bir özelliği ise derinliği yüksek ve nispeten daha kolay işlenebilir topraklara sahip olmasıdır. İşte tam da bu nedenle Anadolu toprakları buğdayın anavatanı olmuştur. Fakat ne yazık ki hatalı gübreleme, ilaçlama ve sulama nedeniyle tarımsal üretime elverişli olan topraklarımızı da verimsiz hale getiriyoruz. Bir yandan imara açılan tarım arazileri de bu tahribatı geri dönülmez bir noktaya taşıyor.


Yukarıda doğanın insanlığın yol açtığı tahribatı tamir edebilme yetisinden söz etmişken, “Bir orman ne kadar sürede oluşur”, diye merak edenlerle beraber şöyle bir düşünmek istiyorum: Tarım alanı olarak kullanılan ya da ağaç kesimi yapılan bir araziyi ele alalım. Böyle bir alan kendi haline bırakıldığında doğa burayı hemen yeniden geri kazanmaya başlıyor, nasıl mı?... İlk yıl bu araziye karahindiba (Taraxacum officinale), kaz ayağı (Chenopodium polyspermum), ebegümeci (Malva sylvestris), şeytan elması (Datura stramonium) gibi pek çok tek yıllık, kuraklığa ve güneşe dayanıklı çayır bitkisi gelip yerleşir. İkinci yıldan itibaren çok yıllık beyaz devedikeni (Carlina gummifera), yaban havucu (Pastanica sativa), ayrık otu (Elymus repens), devedikeni (Silybum marianum) gibi çok yıllık bitkiler görülmeye başlar. 5 yıl içinde böğürtlen (Rubus idaeus), kartallı eğreltiotunun (Pteridinum aquilinum), çobanpüskülü (Ilex aquifolium), katırtırnağı (Spartium junceum), gibi çalı ve küçük ağaç formunda bitkiler ortaya çıkmaya başlar. Bitki örtüsü sıklaşarak çeşitliliği arttıkça bunları barınak ve beslenme amacıyla kullanan canlılar da bu araziyi ziyaret etmeye başlar. Öncelikle kuşların ve kemirgenlerin taşıdığı tohumlarla ilk 15 yılda ağaç fideleri oluşur. Genç bir ormanın oluşumu ise 50 yıl kadar sürer. Ancak yaklaşık birkaç yüz yıl sonra burada artık olgunlaşmış bir orman florasından söz edilebilir.
Tam da yeri gelmişken Türkiye florasını bizlere tanıtan çok değerli uzmanlardan biri olan Hikmet Birand’ı burada saygıyla anmak istiyorum. Bozkırın kalbinde doğup büyümüş bu doğa aşığı insan, aynı zamanda Türkiye’de bitki sosyolojisi alanının da kurucusu olan öncü bir akademisyendir. Ben kendisini ne yazık ki ölümünden yıllar sonra “Alıç Ağacı ile Sohbetler” kitabıyla tanıdım. Kitabını, Ankara’da Dikmen sırtlarındaki bir alıç ağacı ile dönem dönem yaptığı uzun sohbetler şeklinde kurgulayan Birand, Anadolu’nun dört bir yanına yaptığı gezilerde gözlemlediği bitkisel zenginliği coğrafi, tarihi ve iklimsel özellikleriyle, deyim yerindeyse Anadolu’nun taşını toprağını herkesin anlayabileceği bir dilde bizlere anlatmayı başarmış. Özellikle Türkiye florasını tanımak isteyen herkese bu kitabı okumasını tavsiye ederim. Alıç Ağacı ile Sohbetler’i okuyan bitki dostları, belki de yaşadıkları bölgedeki florayı daha iyi tanıyıp, geçen zamanla birlikte nelerin değiştiğini de gözlemleyebilirler. 
Foto: emjaysmith, www.depositphotos.com/portfolio-1010070.html

Bu yazımı da Dikmen alıcının son sözleri ve Hikmet hocanın kitabın sonunda eski dostuna verdiği cevapla bitirmek istiyorum. Dikmen alıcı hocamıza diyor ki: “Tabiatın sabrı çok ama vakti daha çok, ezelden ebede kadar vakti var onun... Sen ben günlük kelebek gibiyiz, yüzyıllarda, bin yıllarda olup biten değişikliklerin farkına varmayız. Şimdi burada ben varım ve sana bu tepenin de söylediklerin gibi bir zamanlar meşe ormanı ile örtülü olduğunu haber veriyorum. Fakat bana da bir hal olabilir ve kuru dallarımdaki paçavralardan burada yatan ya da yattığı sanılan evliya kişinin kerametine aldırış etmeyenler de çıkabilir. Bir gün gelmişin bakmışsın ki ben yoğum. Bu tepe de ötekiler gibi olur, benim buradaki varlığımı senden başka kim hatırlar? Kimse!...” Hikmet hoca ise yıllarca sohbet ettiği dostunu şöyle anarak kitabını noktalıyor: “Doğru söylemişin. Seni benden başka kimse hatırlamaz artık, hatta seni kesip yok eden bile... Ama sohbetlerimizi dinleyenler sanıyorum ki unutmayacaklardır seni. Sonra belki bir gün gelir biz de seni, dallarında öten kuşları, çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi beller, hepimiz için şenelttiğiniz bu dünya yurdunda onların da bizim gibi yaşamaya hakkı olduğunu anlar hiçbirinize kıymaz oluruz”.
"Cordillera Blanca", Peru'nun Ak Sıradağları dünyanın en yüksek sıradağları olarak biliniyor.
Foto: Bruno Locatelli.



23 Şubat 2020 Pazar

Bitkisel Bir Söyleşi / 13. Bölüm

Doğa sürekli olarak düşünmek, hayal kurmak, sorunlarımıza dair çözümler üretmek, yeni ve farklı olanı yaratmak konularında bize esin verebilir.
Foto: Simileus, www.shutterstock.com/g/smileus 
2020 yılına yangınlar, seller ve depremlerle başlamışken, buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek “antik” hastalıklardan ve insanlığın sonunu mikroskobik yaşamın getireceğine dair inancımdan henüz birkaç yazı öncesinde bahsetmişken bir de ansızın ortaya çıkan yeni “Corona” virüsü, bizi yılın geri kalanında kim bilir daha neler bekliyor diye kara kara düşündürüyor olabilir sevgili bitki dostları. Sanırım içinde yaşadığımız doğa ile kavga etmeye ve onu kendi istediğimiz gibi biçimlendirmeye uğraştıkça yepyeni sorunlarımız daha olacak gibi görünüyor. Ama siz yine de tüm bu olumsuzlukların sizi eve hapsetmesine izin vermeyin. Bu günlerde doktorların da kalabalık ortamlardan uzak durmamızı tavsiye ettiğini göz önünde bulundurarak yakınımızdaki yeşil alanlardan ve “güneş girmeyen eve doktor girer” deyişini hakkını vererek güneş ışığından mümkün olduğunca faydalanmaya çalışmamız gerekiyor. 
"Korkan, yalnız ve mutsuz hissedenler için en iyi ilaç dışarı çıkmaktır. Doğanın tüm dertlerimize teselli olacağına gönülden inanıyorum", Anne Frank- Anne Frank'ın Günlüğü'nden bir alıntı. Anne Frank, Nazilerden saklandığı evin çatı katı penceresinden görebildiği ve one doğayı hatırlatan tek şey olan, ölümünden sonra adının verildiği bir at kestanesi (Aesculus hippocastanum) ağacına asıyordu umutlarını.
Foto: Jose Jeronimo, www.flickr.com/photos/166265014@N04/

Kışın soğuğu, yazın da sıcağı bahane edip evde oturmak sağlığınızı korumak şöyle dursun bağışıklık sisteminizi daha da zayıf hale getiriyor. Doğada yürümenin özellikle kalp ve ruh sağlığı üzerinde olumlu etkileri olduğunu ileri süren Japonlar sağlıklı bir yaşam sürebilmek için orman yürüyüşleri yapmayı öneriyorlar. Bu doğal terapiye de “shinrin yoku” yani “orman banyosu” adını vermişler. Hayatımın en zor dönemlerinden birinden geçerken ben de bu orman banyosunun çok faydasını gördüm. Umutsuzluk, tükenmişlik, keder ve yalnızlık hissinin yerini nasıl da kolaylıkla doğayla bütünleşme, zindelik, iyimserlik ve huzurun alacağını size oturduğum yerden kelimelerle tam olarak anlatabilseydim keşke ama bunu bizzat sizin yaşayıp deneyimlemeniz gerekiyor. Özellikle de stresten ve odaklanma bozukluğundan şikayet edenlere, bitkisel söyleşilerimizin başından beri bunu tavsiye ediyorum. Ve inanın bir kez başladığınızda da mutlaka gerisi geliyor.
Eski inanışlara göre ormanın tanrısal güçlere sahip bir ruhu olduğu ve olağanüstü varlıklarla dolu büyülü bir yer olduğu kabul edilirdi. Bugün hala yaşayan görkemli anıt ağaçların birçoğu doğaya karşı duyulan bu derin ve koşulsuz saygının sayesinde günümüze kadar ulaşmıştır.


Eğer yakınlarınızda bir orman varsa gerçekten çok şanslısınız, yoksa da bunun için  biraz yolculuk yapmaktan asla çekinmeyin. Çünkü bu bahsettiğim deneyimi yalnızca el değmemiş veya “peyzaj” adı verilen yapaylıkla(!) kirletilmemiş bir doğa parçasında deneyimleyebilirsiniz. Doğada tek başınıza yürürken kendinizi güvende hissedemiyorsanız günübirlik doğa yürüyüş organizasyonlarına katılmak sizin için harika bir başlangıç olabilir. Ne yazık ki pek az insanın olduğu üzere bitkilere karşı bir ilginiz de varsa, bu yürüyüşlerinize daha sonraları tek başınıza da devam etmek isteyebilirsiniz. Genellikle gezi ve yürüyüş organizasyonlarında çevrenizi tanımak için yeterince özgür olamayabiliyorsunuz ve çoğu katılımcı oraya bitkileri tanımaya değil spor yapmaya ya da fotoğraf çekmeye geliyor fakat yine de cesareti olmayanlar için bu tür organizasyonlar size neler yapabileceğiniz konusunda bolca fikir verebilir. 
Ağaçların her yıl yeniden yeşermesi, çiçeklenmesi, meyve vermesi ve sonunda yapraklarını döküp kuruması adeta sonsuz bir yaşam döngüsüdür. Bu döngüyü yakından izleyen ilk insanlar ağacı pek çok yaradılış efsanesiyle ilişkilendirip kutsal bir yaşam veya dünya ağacına inandılar. Birçok kültürde doğan her bebek için bir ağaç dikilmesi geleneği doğmuş, ağacın ve insanın yazgısının kopmaz bir bütün olduğu düşünülmüştü.


Az sayıda olsalar da bitki, kelebek ve kuş gözlemi yapan grupların da benzer aktiviteleri, zaman zaman paylaşımlar yaptıkları bloglar bulunuyor, bunları da takip edebilirsiniz. Ya da sosyal medya üzerinden kendi grubunuzu oluşturabilir, kendi amatör grubunuzla keşif gezilerine çıkabilirsiniz. Sürekli gitmekten hoşlandığınız bir yer bulduğunuzda, burayı yıl boyunca gözlemleyerek, doğadaki mevsimsel dönüşümlere bizzat şahit olmanın keyfini yaşayabilirsiniz. Bu size çevrenizdeki bitkilerle ilgili gerçekten çok fazla şey öğretebilir. Malzeme olarak, iyi bir çift yürüyüş ayakkabısı, sizi nemden ve soğuktan koruyacak bir yağmurluk, içinde yiyecek ve içeceğinizin, size rehberlik edecek bir kitabın, bir not defterinin ve kamerası olan bir telefonunuzun olduğu hafif bir sırt çantası dışında ihtiyaç duyacağınız en önemli şey “duyularınız” olacak. 
Ağaçlar pek çok canlının temel ihtiyaçlarını karşılar, huzur ve güven verir, olabildiğince cömert, barışçıl ve dost canlısı varlıklardır. Ne yazık ki insanlık artık bu gerçekleri unutmuşa benziyor, hızla yok ettiği doğaya, kutsal ormanına, yani kendi yazgısına yabancılaşıyor. Düşünün bakalım, siz en son ne zaman oturup bir ağacı izlediniz? En son ne zaman bir ağaca sarıldınız? En son ne zaman bir ağaç diktiniz?
Foto: Weerapat Wattanapichayakul, www.123rf.com/profile_dogfella


Ormandayken üzerinde yürüdüğünüz yaprakların çıtırtısını, rüzgarın uğultusunu, orman hayvanlarının çıkardıkları sesleri, eğer şanslıysanız küçük bir derenin, kurbağaların ve günbatımından itibaren bülbüllerin huzur veren şarkısını dinleyebilirsiniz. Burnunuza ağaç kabuklarının, yosun tutmuş kayaların, toprağın, çeşitli otların kokuları taşınacaktır. Gözleriniz her mevsim değişen manzarayla ve ona ait renklerle bayram edecektir. Eğer mevsimindeyseniz ve onları tanıyorsanız, bir böğürtlen çalısı (Rubus idaeus), bir ağaç çileği (Arbutus unedo), bir yaban mersini (Vaccinium myrtillus), bir karayemiş (Prunus laurocerasus) ya da bir kızılcık (Cornus mas) size taze meyvelerinden ikram edebilir. Ağaç kabuklarını, onları saran yosunları, yaprakları ve çiçekleri sevip okşayabilir, daha önce hiç yapmadıysanız yaşlı bir orman ağacına sımsıkı sarılabilirsiniz. Çekinmeyin, çünkü bunu yaparken etrafınızda bu yaptığınızın “tam bir saçmalık” olduğunu söyleyecek kimse olmayacak. Daha önce belki hiç görmediğiniz pek çok canlının evi olan bir ağacın yaydığı o benzersiz güven duygusunu özgürce hissedebilmenize engel olabilecek hiçbir şey ve hiç kimse olmayacak. 
Vincent Van Gogh'un ünlü "İris Çiçekleri" tablosu.


Tek yapmanız gereken korkmadan, çekinmeden bütün duyularınızla doğayı kucaklamak. Monoton hayatınızı bir yarım saatliğine askıya alıp sadece o anı yaşayabilmek mümkün. Göreceksiniz, “orman banyosu” size de iyi gelecek. Ne mutlu ki kısa bir süre sonra, yani Mart ayından itibaren doğa yeniden kış uykusundan uyanacak ve bir süredir görmeyi özlediğimiz baharın ilk çiçeklerini yeniden görmeye başlayabileceğiz. Hepimizin bu umuda ihtiyacı var. Hemen olmasa da bir süre sonra, işte tüm bu hissettiklerinizle bütünleştiğinizi, başından beri buraya ait olduğunuzu hissetmeye başlayacaksınız. İçinizde (ya da genlerinizde) halihazırda bulunan ama size unutturulan o sihirli bağlantı (ücretsiz wifi bağlantısından çok daha önemli bir bağlantı) yeniden kurulacak. Eğer gerçekten isterseniz, bu terapi sizi iyileştirebilir, kendinizi daha iyi hissettirebilir. Doğa sürekli olarak düşünmek, hayal kurmak, sorunlarımıza dair çözümler üretmek, yeni ve farklı olanı yaratmak konularında bize esin verebilir.

 
Tchaikovsky'nin Fındıkkıran Balesi'ndeki "Çiçeklerin Valsi" adlı bölümden bir görünüm.

Esinlenmek deyince akla gelen, yüzünü doğaya çevirmiş, bitkilerin gizemli güzelliklerinden esinlenen pek çok ünlü sanatçı ve unutulmaz eserleri de var. Sanatından çok bahçesindeki gölette yetiştirdiği ve gözündeki katarakta rağmen resmettiği nilüfer çiçekleriyle gurur duyduğunu söyleyen Monet, “Çiçekleri şayet görülen boyutuyla resmetseydim hiç kimse onları benim gördüğüm gibi göremezdi”, diyerek dev gelincik ve kana çiçeği (Canna) resimleri yapan Georgia O’Keefe, buğday tarlalarını, iris çiçeklerini (Iris germanica) veya ayçiçeklerini (Helianthus annuus) görmeye alışık olmadığımız olağandışı bir büyüleyicilikle resmeden Van Gogh, ölüm döşeğinde dostlarının ona getirdiği kristal vazolara konan mis kokulu leylakların (Syringa) resimlerini yapan Manet, çuha çiçekleri (Primula veris) gibi baharın erkenci çiçeklerinin resimlerini yapan Dürer ve tam bir gül aşığı olarak yaşamı boyunca gülleri resmetmiş ve nihayet bir gül türüne de adı verilmiş olan Fantin-Latour gibi sanatçılar resim konusunda ilk akla gelenler. Delibes’nin Lakme operası için bestelediği “Çiçek Düeti”, Delius’un “Cennet Bahçesine Yürüyüş”ü, Tchaikovsky’nin Fındıkkıran Balesi için bestelediği “Çiçeklerin Valsi” bitkilerden esinlenilen müzikal eserlerin başında yer alıyor. Yanı sıra krizantemler (Chrysanthemum) Puccini’yi, güller Faure, Straus ve Bizet’yi, süpürgeotları (Calluna vulgaris) Debussy’i bu çiçekler konusunda besteler üretmek konusunda esinlemiş. Heykel sanatında ise çağdaş heykel sanatçısını Jeff Koons’un 60.000 çiçekli bitkiyi kullanarak oluşturduğu “Puppy” adlı dev köpek yavrusu heykeli, esin kaynağı bitkiler olan sanat eserleri arasında belki de en unutulmaz olanı.
Çağdaş heykel sanatçısı Jeff Koons'un 60.000 çiçekli bitkiyi kullanarak yaptığı "Puppy" adlı köpek yavrusu heykeli İspanya'nın Bilbao kentindeki Guggenheim Modern Sanat Müzesi'nde sergilenmeye devam ediyor.



Daha önce de bahsettiğim üzere, bitkiler tarih boyunca sözlü ve yazılı edebiyata da esin kaynağı olmuştur. Geçmişten günümüze bitkilerle ilgili burada saymakla bitiremeyeceğimiz kadar şiir, öykü ve roman bulunuyor. Bu yazınsal yaratıcılığın belki de en ilginç örneği, kökeni 18. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı saray yaşantısına, lalelere karşı olan düşkünlüğe ve onların simgeledikleri anlamlara dayalı olan sembolik bir dilin geliştirilmiş olmasıdır. 19. yüzyılın başlarından itibaren (Kraliçe Viktorya Dönemi olarak biliniyor) adeta kitlesel bir maniye dönüşen botanik merakıyla birlikte bu çiçek dili Avrupa’ya da yayıldı. “Floriografi” (Çiçek yazısı) adı verilen bu bağımlılık bu konuda pek çok kitap ve hatta sözlük yazılmasına bile yol açtı. 


Fransızca dilinde hazırlanmış floriografi temalı bir posta kartı.


Dönemin insanlarının duygularını ve düşüncelerini bitkisel aranjmanlar ve içinde çiçek adlarının geçtiği şiirlerle ifade etmeyi seçmeleri oldukça ilginç ve bir o kadar da zarif bir durum. Örneğin bir kadının kendisine gönderilen kırmızı bir gülü saçına iliştirdiğindeki anlam ile aynı gülü yakasına taktığındaki anlamın farklı olması gibi birçok ince detay barındıran bu dil o dönemin aşıklarının mutlaka bilmesi gereken bir haberleşme şekliydi. Floriografinin günümüz insanlarının asla anlayamayacağı bir incelik, tedavülden kalkmış bir gelenek olduğunu düşünebilirsiniz ama bugün hala bu konuya ilgi duyarak bu konuda yazıp çizenler var. Siz de sevdiğiniz çiçeklerin anlamlarını internet üzerinden yapacağınız küçük bir araştırmayla floriografi sözlüklerinde bulabilirsiniz. Hepinize bol çiçekli günler.

Bitkisel Bir Söyleşi / 12. Bölüm



Soğuk ama güneşli bir kış gününden tüm bitki dostlarına merhabalar. Yazıma bitkisel bir dedikodu ile başlamak istiyorum, bu yazıda sizi ansiklopedik bilgilerle sıkmamaya gayret edeceğim... Bana hediye edildiğinden beri epeydir saksısını değiştirmeyi ihmal ettiğim Madagaskar Ejder ağacım (Draceana Marginata) birkaç gün önce bunu bana çok farklı bir şekilde hatırlatmayı başardı: “kendisini saksısından dışarı atarak”(!) Kökler saksının içinde öylesine uzayıp kıvrılmış ki adeta yaylı bir mekanizma işlevi görüp bitkiyi saksından dışarı atıverdi. Neyse ki ejder ağacım sonunda istediğini elde etti ve şu anki saksısından da oldukça mutlu görünüyor. Bu arada kışın saksı değişimi yapmak zorunda kalırsanız, bitkinin köklerinin soğuktan zarar görmemesi için saksı değişiminden hemen sonra ılık su vermeniz gerektiğini hatırlatayım. Ayrıca dış ortamdaki bitkileriniz için bu mevsimde saksı değişimi çok mecbur kalmadıkça yapılmamalı. Ve kışın bitkilerinizi lütfen aşırı sulamayın, çünkü fazla rahatsız edilmeden uyumak istiyorlar(!).

Madagaskar Ejder ağacı (Draceana Marginata)
Normal olarak bitkilerin saksı ve yer değişimleri için kış mevsimi tercih edilmeyen bir dönemdir. Çünkü bitkiler bu mevsimde uyku dönemine girer ve metabolizmaları yeni bir ortama adapte olup hızla kök salacak kadar hızlı çalışamaz. Bitkilerdeki bu “kış uykusu” halini en iyi şekilde gözlemleyebileceğiniz bitkiler, ağaçlar arasında kışın yapraklarını dökenlerdir. Çoğu adeta kurumuş bir görüntüye bürünür, hatta bazılarının ölmüş olduklarına bile inanabilirsiniz. Örneğin bir dostum bahçesindeki narın öldüğüne inanıyordu ta ki onu yaz başında yeniden yemyeşil bulana dek. Ama aslında yakından bakarsanız bu yapraksız kalan dallarda baharda patlayıp açılacak minicik tomurcuklara ve koruyucu bir tabaka altında baharı bekleyen yaprak filizlerine rastlayabilirsiniz. Bu dönem fotoğraf meraklıları için bu tomurcukları fotoğraflamanın en güzel zamanıdır... 
Bir süs kirazı (Prunus Serrulata "Kanzan") ağacının tomurcukları ilk baharı sabırla bekliyor.
Foto: Patrick Breen, https://landscapeplants.oregonstate.edu/plants/prunus-serrulata
Bu ağaçların kışın yaprak dökmelerinin nedeni özsularının yapraklardan köklere inmesidir. Ağaç böylece karla örtülmeye ve donmaya karşı kendini koruma altına almış olur. Tabi bu ılıman iklimler için geçerli. Ilıman iklimde yapraklarını döktüğünü görmeye alıştığınız bazı bitkiler sıcak iklimlerde yaz kış yeşil kalabiliyor. Diğer yandan yüksek dağ ormanlarında karşımıza çıkan iğne yapraklı ağaçlar (çam, ladin, köknar, sedir vb.) özsularındaki donmayı engelleyici kimyasallar ve yapraklarını kaplayan mumsu tabaka nedeniyle yaprak dökmeye ihtiyaç bile duymazlar. Fakat tabi ki her yaprak eninde sonunda işlevini tamamlayarak yerini yeni bir yaprağa bırakacaktır ama yaprak dökmeyen ağaçlar asla tamamen yapraksız kalmazlar.
Foto: Sloot, http://www.sevs.nl

Bahçe, balkon ve pencere dışında kalan bitkilerinizi bu soğuk havalarda donlardan korumanın en iyi yolu “malçlama”dır. Eskiden kışın dışarıda bırakılan çiçekleri soğuk ve dondan korumak için toprağın üstü kesilen yeşil eğreltiotlarıyla (Pteridophyta) örtülürmüş. Malçlama önceleri daha çok bitkileri kışın etkilerinden korumak için kullanılmış olsa da aslında faydaları sadece bundan ibaret değil. Ben de yaprak döken dış mekandaki bitkilerimin kuruyup dökülen yapraklarını atmayıp saksı diplerine dolduruyorum. Malçlama, toprağın ısı ve neminin korunması, yabani ot temizliği, bitki köklerinin korunması ve doğal gübre açısından da önem taşıyor. Kurumuş yaprak tabakasının altındaki toprak, kökleri daha sıcak tutarken yabani ot tohumlarının da bu tabakanın altında kalıp filizlenmesini engelliyor. Yapraklar giderek çürüyerek toprağa karışıyor ve toprağın içeriğini zenginleştiriyor.


Bahçenizden kesilen çimler, kuru yapraklar, ağaç kabukları, kompost, saman, hatta plastik örtü ve öğütülmüş eski araba lastikleri bile malçlama için kullanılabiliyor. Tabi son iki alternatifi mecbur kalmadıkça tercih etmemek gerek, özellikle de petrol türevi atıkların yarattığı kirlilik gezegenimizdeki yaşamı tehdit edici boyutlara ulaşmışken. Özellikle kuşlar bu kırpıntıları yiyecek olarak tüketmeye de kalkışabilir, o nedenle en iyisi doğal çözümleri tercih etmek. Sonbaharda orman zeminine bakarsanız doğanın kuru yapraklarla bunu zaten kendiliğinden yaptığını görebilirsiniz. Yaşadığım yerdeki meşe korusunda ağaçların altını örten şu yaprak öbekleri çürüyüp toprağa karışana dek yer altındaki kökleri, tohumları ve hatta kimi yararlı canlıları da(!) kışın etkilerinden koruyan doğal bir battaniye görevi görecekler. Meşe yaprağında bulunan tanik asitin toprağın asiditesini artırdığı ve meşe altı toprağını epeyce makbul bir toprak haline getirdiğini de belirteyim. Baharın ilk günlerinde bu yaprakların arasından güneşe çocuksu bir neşeyle gülümseyen pembe çuha çiçekleri (Primula vulgaris) bu tür toprakları seviyor olmalı.


Kışın yaprak dökmeyen bir çam ağacının iğne yaprakları üzerindeki buz kristallerine rağmen soğuğa karşı direniyor.


Bundan 5 yıl kadar önce bir bitki dostunun tavsiyesiyle ve keyifle okuduğum (özellikle toprakla uğraşmak isteyen herkese de öneririm) “Ekin Sapı Devrimi” kitabının yazarı Masanobu Fukuoka kitabında: “Topraktan aldığımız her şeyi ona geri vermek zorundayız” diyordu, işte bunu asla unutmamalı. Değerli usta Fukuoka toprakta yetişen bitkilerin dökülen yapraklarından, verdikleri meyvelerin çöpüne kadar her şeyi toprağa geri iade etmekten bahsediyor. Aksi takdirde nasıl giderek fakirleşeceğini, verimsiz bir çorak toprak parçasına dönüşeceğini de anlatıyor... Bununla ilgili bir minik bilgi vereyim size hemen. Çilek sever misiniz bilmem ama ben pek severim. Dökülen çam ve ladin iğnelerini bahçe toprağına karıştırıp üstünü kozalak, kuru dal ve iğnelerle örtmek lezzetli çiçeklerin reçetesiymiş. Çilek severlerin dikkatine, belli ki çilekler asiditesi yüksek toprakta daha lezzetli yetişiyor... Bir bahçesi ya da işleyebildiği bir toprağı olan herkesin aslında ne kadar da şanslı olduğunu bilmesi ya da hiç unutmaması gerekiyor. 

"İnsanlar artık doğrudan toprağa basmıyor. Elleri ot ve çiçeklerden çekildi, gözlerini göğe kaldırmıyorlar, kulakları kuşların şarkılarına sağır, burunları yoğun bir şekilde egzoz dumanlarına teslim oldu ve dilleri doğanın sade lezzetlerini unuttu. Beş duyunun tamamı doğadan tecrit edildi. Asfaltla kaplanmış yollarda arabasını süren kişinin çıplak topraktan birkaç adım uzak oluşu gibi, insanlar da hakiki insan halinden birkaç adım uzaklaştırıldılar", diyor ekin sapı devrimcisi Masanobu Fukuoka.


Bir bahçeniz varsa malçlama yapabileceğiniz kompostu kendiniz de ürete bilirsiniz. Kompost, doğal gübredir ve toprağınızdan zararlı kimyasal gübreleri de uzak tutmanıza yarar. Yiyebildiğiniz her şey bitkileriniz için de besin olarak kullanılabilir, yani içinde kimyasal olmayan ve artık et içermeyen (aksi halde zararlı bazı canlıları bahçenize çekebilir) tüm mutfak atıkları kompost olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla çöplerinizin önemli bir bölümünü de bu şekilde değerlendirebilirsiniz. Nereden başlayacağınızı bilmiyorsanız, size neye ihtiyacınız olduğunu ve nasıl kolayca kompost yapabileceğinizi anlatan internetteki uygulamalı videolara da göz atabilirsiniz. İnanın bu iş çok ama çok kolay. Hatta kompostu hızlandırmak için toprak solucanlarını da çalıştırabilirsiniz ki sizden bunun için ücret de istemezler.

Kompost yapmak eğer yeriniz varsa gerçekten çok kolay. Yukarıdaki gördüğünüz liste size kompost kutunuza neleri atıp atamayacağınız konusunda yardımcı olabilir.


Fakat kompost yapımıyla uğraşmak istemeyen, daha küçük ölçekli bahçe sahipleri için de önerilerim var: Yeşil yapraklı sebzelerin solmuş dış yapraklarını rondodan geçirerek doğrudan “sıvı gübre” olarak bitkilerinize verebilirsiniz. Bahçenizde yetişen karahindibaları da (Taraxacum officinale) aynı şekilde değerlendirebilirsiniz, öyle ki uçuşan tohumlarıyla her yere yayılan karahindibanın yetişmediği bahçe neredeyse yoktur. Kahve telvesi, muz ve yumurta kabukları ile toprağınızı kimyasal açıdan zenginleştirebilir, demlenmiş çay yapraklarını atmayıp kurutarak malçlamada da kullanabilirsiniz. Topraktaki azalmış olan sodyum, magnezyum, kalsiyum, potasyum, sülfür ve fosfor miktarını böylelikle kolayca artırmış olursunuz.


Bahçenizde kompost hazırlamak için alttan açılabilen tahta kutular yapabilir ya da eski çöp bidonlarını kullanabilirsiniz.


İçinizde malçlamayla ya da kompostla uğraşmak istemeyenlere önerim ise kuru yaprakları kullanarak içinizdeki sanatçıyı harekete geçirmek olabilir. Doğadan topladığınız sarıdan turuncuya, kırmızıdan mora kadar pek çok renge bürünen kuru yapraklarla yapabileceğiniz birçok şey var. Kitap ya da defter kaplamaları, kitap ayraçları, suluboya kullanılarak yapılan yaprak baskılı resimler veya annemle beraber kendiliğinden kuruyan kil hamuru ve akrilik boyalarla yaptığımız duvar süsü ve çerezlik minik tabaklar ilk aklıma gelenler. 

Bahçenizde kompost hazırlamak için alttan açılabilen tahta kutular yapabilir ya da eski çöp bidonlarını kullanabilirsiniz.
Siz de sevdiklerinize böyle hem kolay hazırlanan, hem ekonomik, hem de el yapımı hediyeler hazırlayabilirsiniz. Siz de çayınızı ya da kahvenizi hazırlayıp yaratıcılığınızı kullanacağınız ortak bir çalışmaya imza atabilirsiniz. Bu soğuk günlerde hem kendinizi de, hem de bitkilerinizi sıcak tutun, sakın ha hasta olmayın değerli bitki dostları... 

Bu yazımı Masanobu Fukuoka’dan bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Sadece doğayla birlikte var olabiliriz. O'ndan farklı ya da O'nun dışında değiliz. O'nu kurtaramayız ya da O'na zarar veremeyiz. Kurtarmaya çalıştığımız yine kendimiziz ve zarar verdiğimiz şey de yine biziz”.







Bitkisel Bir Söyleşi / 11. Bölüm

Foto: Anthony Hearsey, https://anthonyhearsey.com/

Sevgili bitki dostları ben yılın bu ilk yazısını kaleme alırken, Avustralya’daki orman yangınları, geçtiğimiz yıl Eylül ayında başlayarak günümüze dek 6 eyalette etkili olmayı sürdürüyor. Yangınların şu ana kadarki bilançosu da oldukça ağır: ülke genelinde yaklaşık 11 milyon hektarlık (110 bin kilometre karelik) orman alanının yanı sıra üzerinde yaşayan 1 milyarın üzerinde orman canlısı da yanarak küle döndü. Alevler 2 bin 500’ün üzerinde evi yutarken, Avustralya Sigorta konseyi, oluşan hasarın 700 milyon Avustralya doları (yaklaşık 3 milyar TL) civarında olduğunu tahmin ediyor. Öte yandan 3’ü itfaiyeci olmak üzere 25 insan hayatı da yitirildi. İnsan yaşamı şüphesiz ki çok kıymetli fakat insanların verdiği kayıplarla ormanların asıl sakinlerinin verdiği kayıpları karşılaştırmak bile anlamsız kalıyor. İnsanlar gibi yangından kaçma ya da kurtarılma şansı olmayan 1 milyarın üzerinde olan canlının içinde ne yazık ki bir daha yeryüzünde ya da doğal ortamlarında asla göremeyeceğimiz, tamamen yok olan, belki de insandan çok daha uzun süredir bu kıtada varlığını sürdürmekte olan hayvan, bitki ve böcek türleri de bulunuyor. 

Foto: Brad Fleet, The Advertiser

Peki neden Avustralya kıtası birdenbire böylesi bir ateş topuna dönüştü?... Aslında bu yangınlar Avustralya var olduğundan bu yana görülmekteydi, doğal nedenlerden ötürü (kuraklık, yıldırım düşmesi, şiddetli rüzgar, canlı yaşamı vb.) ortaya çıkan orman yangınları hayli üzücü sonuçlarını bir kenara koyarsak ormanların doğal döngüleri arasında yer alıyor fakat tabi ki bu son görülen yangınların “doğal olmaktan bir hayli uzak olduğu” da bir gerçek. 

Foto: EPA, https://www.epa.vic.gov.au/

Kimileri hala küresel iklim değişikliğinin var olup olmadığını tartışadursun(!), Avustralya’da bu yaz mevsiminde (bildiğiniz üzere şu anda güney yarımkürede yaz mevsimi yaşanıyor) görülen aşırı kuraklığın aslen yangınların süresini ve şiddetini korkunç boyutlara taşıdığı düşünülüyor. Bu ölçekte bir yangının tetiklediği kimi “olağandışı” doğa olayları da var: örneğin büyük orman yangınları, oluşturdukları sıcaklığın etkisiyle, etrafa tutuşmuş dal ve kütük parçalarını fırlatıp yangını daha da büyüten “alev kasırgaları” da yaratabiliyor ve yaşanan felaket bu durumda durdurulması çok daha zor bir hal alıyor. Dileğim yangınların bir an önce son bulması ve çok daha fazla insan ve canlının zarar görmemesi.

Gingko (Gingko biloba).


Hem bitki örtüsü hem de buna bağlı olarak canlı yaşamı konularında hızlı bir yok oluş sürecine girdiği artık şüphe götürmeyen gezegenimizde “ilk kara bitkileri” bundan tam 430 milyon yıl önce Silüryen döneminde ortaya çıktı. Yaşamın bu gezegende yaklaşık 3,5 milyar yıl önce başladığını, insanın ilkel atalarının ise 15 milyon yıl önce ortaya çıktığını, günümüzde yeryüzünde yaşayan insan türünün ise sadece 2,5 milyon yıldır var olduğunu da aklımızın bir köşesinde tutarsak, bugün karalarda yaşayan bitkilerin bizden çok önce ortaya çıktıklarını ve oldukça uzunca bir süredir de burada olduklarını anlayabiliriz. Fosilleşmiş örneklerine bakılarak 270 milyon yıl öncesinde Permiyen döneminde yaşadığı bilinen ve bugün hala yaşamaya devam eden bir ağaç türü vardır ki “dünyanın en yaşlı ağaç türü” ve “yaşayan fosil” ünvanını bugün bile koruyor. Gingko (Gingko biloba) ya da Mabet ağacı, bugün hala yaşayan sagu palmiyeleri (Cycas), eğrelti otları (Pteridophyta), at kuyrukları (Equisetaceae), günümüzde karalarda yaşayan ve en yaygın görülen çiçekli ve kapalı tohumlu pek çok bitkinin (65 milyon yıl önce) ortaya çıkmasından çok daha önce buradaydı. Gingko biloba ve tüm bu bitkiler gezegenimizin yaşamsal mirasının önemli parçaları olarak en az insanlar kadar korunmayı hak ediyor. 

Karadeniz ormanlarını süsleyen yaşlı porsuk ağaçlarından (Taxus baccata) biri.
Foto: www.agaclar.net
Şimdi kendinize şu soruyu sorun: Duymadığınız, bilmediğiniz ya da tanımadığınız bir şeye ne ölçüde değer verip koruyabilirsiniz?... Bitkisel söyleşilerimizin ikinci yazısında bahsettiğim “ülkemizin en yaşlı ağacı”, Konya’nın Balcılar kasabasında 2300 yıldır ayakta duran bir anıt ağaç olan Katran ardıcını (Juniperus oxycedrus) eğer korumayı başarabilirsek belki bu kadar daha yaşatabileceğimizi öğrenmemiz gerekiyor bitki dostları. Dünyanın en uzun boylu ağaçları olan dev Sekoyaların (Sequoiadendron giganteum) bile 3 bin yıl kadar yaşayabildiğini, Katran ardıcının ise yalnızca Trakya ve Anadolu’ya özgü bir bitki türü olduğunu bilmemiz gerekiyor ki sahip olduğumuz bu değere sahip çıkabilelim. Etrafını bir çitle çevirmekle işimiz bitmiyor, aksine onu öylesine tanıtmalı ve sevdirmeliyiz ki çitlere dahi gerek kalmasın. Ve bunu yapmaya mümkün olan en erken yaştan itibaren başlanması gerekiyor. Ülkemizden bir diğer örnek vermek gerekirse: Avrupa’da yaygın görülen porsuk ağacının (Taxus baccata) en yaşlı bireyleri Zonguldak yakınlarındaki Karadeniz ormanlarını süslüyor. Ya da tüm dünyada Lübnan sediri (Cedrus libani) olarak bilinen Katran ağaçlarının “en yaşlısı” Antalya’nın Elmalı ilçesinde yıllara meydan okuyor. Tüm bu yaşlı ve çok değerli örneklerin dışında bir de sadece bizim topraklarımıza özgü 3 bin kadar “endemik” bitkiye sahibiz. Ve bu bitkiler de tıpkı yukarıda sözü edilen eşsiz örnekler gibi yangın, erozyon, şehirleşme ile ortaya çıkan orman tahribatı gibi doğal ve doğal olmayan tehlikelerle karşı karşıya. Sizinle bu söyleşileri yapmamın en temel nedeni de sizi bu konularda bilgilendirebilmek, eğer yapabilirsem onları merak etmenizi sağlamak.
“Prometheus” adı verilen anıt ağacın günümüzde sadece kökleri görülebiliyor, nedeni ise "insan". Şaşırdınız mı?
Foto: James R Bouldin, https://en.wikipedia.org/wiki/User:Jrbouldin


Gelelim dünyanın en yaşlı “anıt ağacı”na: Dünyanın “en uzun yaşayan ağacı” listesinin ilk sırasında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Nevada eyaletindeki 5 bin yaşının üzerinde olduğu belirlenmiş Bristilecone çamı (Pinus longaeva) yer alıyor. Fakat bu çamın başına gelen en kötü şey, 1964 yılında henüz yeni mezun bir öğrenciyken Küçük Buzul Çağı’nın (14. ve 19. yüzyıllar arasında geçen dönem) iklimsel etkilerini belirlemek için onu kesen coğrafya profesörü Donald Rusk Currey olmuş. Diğer bir deyişle “Prometheus” adı verilen zavallı ağaç 5 bin yıl boyunca hayatta kalabildikten sonra ölümü “insan” denilen canlının elinden olmuş. Bugün Bristlecone çamlarının en yaşlı üyesi “Methuselah” Kaliforniya Beyaz dağlarında yer alıyor ve Prometheus’tan yaklaşık bir yüzyıl kadar genç olduğu bilinen bu örnek bugün dünyanın en yaşlı “yaşayan” ağacı olarak biliniyor. Yılda sadece 2,5 cm. büyüyor ve dış görüntüsü ölü bir ağacı andırıyor olsa da kendisi adeta bir ölümsüz. Genetik bilimciler ölümsüzlüğün sırrının bu ağacın genlerinde saklı olabileceğini düşünüyorlar. Bu arada başına bir şey gelmemesi için konumunun devlet sırrı olarak saklandığını da belirtelim. Dünyanın en uzun yaşayan ağaçları arasında daha çok çamgiller (Pinaceae) bulunuyor. Öte yandan, son yıllarda Norveç’te keşfedilen bir Norveç ladininin (Picea abies) 9500 yaşının üzerinde olduğu ve dünyanın en yaşlı ağacı olabileceği de tahmin ediliyor ama az yukarıda sözü edilen liste “kesinleşmiş” rakamlara dayanıyor. Belki çok daha yaşlı örnekler de var ama böyle giderse biz onları keşfetmeden iklim değişikliği nedeniyle yok olacaklar.

Zeytin ağacının (Olea europaea) 3-4 bin yıllık en yaşlı üyelerine Portekiz, İspanya, İtalya ve Lübnan’da rastlanıyor.


Meyve ağaçları arasında en yaşlı örneklere sahip olanlar ise zeytin ağaçlarıdır. Zeytin ağacının (Olea europaea) 3-4 bin yıllık en yaşlı üyelerine Portekiz, İspanya, İtalya ve Lübnan’da rastlanıyor. Bu yaşlı ağaçlar anıt ağaç statüsünde olmasına rağmen kimi zaman astronomik meblağlarla el değiştirebiliyor. Fakat ne yazık ki yerinden yurdundan koparılan bu ağaçların pek çoğunun götürüldükleri yerlerde 15 yıl içine öldükleri biliniyor. Sırf gösteriş ya da prestij uğruna insan eliyle yok ediliyorlar. Yaşlı zeytin ağaçlarının ne kadar yüksek fiyatlara alıcı bulabileceğini merak ediyorsanız size birkaç yıl önce okuduğum Alex Dingwall-Main’in “Melek Ağacı” kitabını öneririm. Gerçekten bir hikayeye dayalı bu kitapta bir peyzaj mimarı olan Main, çok zengin bir müşterisine dünyanın en yaşlı zeytin ağacını bulmak için yollara düşüyor, sonrası mı? Belki merak eder okursunuz...  Ayrıca bu konuda İspanyol yönetmen Iciar Bollain’in 2016 yapımı “El Olivo” (Zeytin) filmini mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Filmde, kendisinden habersiz satılan yaşlı bir zeytin ağacı yüzünden hayata küsen dedesinin ağacını geri almaya çalışan cesur ve güzel yürekli Alma’nın hikayesini ailecek izleyebilirsiniz.

Almanya’da Hildesheim katedralinin duvarını kaplayan ve “1000 Yaşındaki Gül” adı verilen bir kuşburnu bitkisi (Rosa canina).
Foto: unescotravelbug, www.tripadvisor.com/Profile/unescotravelbug

Ağaçlar kadar olmasa da binlerce yıl yaşamış çalı türünde bitkiler de var. Bunlara bir örnek olarak Gülgilleri (Rosaceae) verebiliriz. Dünyadaki en yaşlı gül bitkisinin Almanya’da Hildesheim katedralinin duvarını kaplayan ve “1000 Yaşındaki Gül” adı verilen bir kuşburnu bitkisi (Rosa canina) olduğu sanılıyor. Bu yaşlı bitki katedralin duvarını boydan boya sararak 10 metrelik, kendi türü için rekor sayılabilecek bir boya ulaşmayı başarmış. Bilim adamları onun 1000 yaşında olmasa da en azından 700 yıllık olduğunda hemfikirler. Bitkinin hikayesi de ilginç: Frankların kralı Dindar Louis (ya da Ludwig) ava giderken dua etmek için yanına aldığı içinde kutsal emanetlerin olduğu bir kutuyu bir kuşburnu dalına asar ve orada unutur. Kutunun kaybolduğu anlaşıldığında askerlerini gönderip onu almalarını emreder fakat kuşburnu kutuyu vermek istemez(!)... Nasıl mı? Kuşburnunun dikenli dalları kutuyu öyle bir sarmıştır ki askerler ne yaparlarsa yapsınlar ona ulaşamazlar. Bu durumda mutlaka bir keramet olduğuna inanan kral ise bu bitkinin olduğu yere bir katedral yaptırmayı uygun bulur böylece. Katedral 2. Dünya Savaşı’nda tamamen yıkıldığında bu gül de fazlasıyla zarar görmüş ama kalan köklerinden yeniden yaşama dönmeyi başarmış. 
32 bin yıllık tohumlardan yeniden üretilen Sibirya çiçekli bitkisi olan “Silene stenophylla”.
Foto: Institute of Physico-Chemical and Biological Problems of Soil Science of the Russian Academy of Sciences, www.istc.int/en/
Yaşama yeniden dönmek deyince aklıma Rus bilim insanlarının Kolyma nehrinin kıyısına gömülü olarak keşfettikleri 32 bin yıllık tohumlardan yeniden üretmeyi başardığı bir Sibirya çiçekli bitkisi olan “Silene stenophylla” geldi. Paleobotnikçiler, permafrost içinde tamamen korunmuş ve 38 metre derinlikte mamut, bizon ve tüylü gergedan kemikleri arasında buldukları  bu tohumları gelişmiş doku kültürü yöntemleri sayesinde çimlendirmeyi, onu çiçeklendirerek tohum elde etmeyi bile başarmışlar. Yüzyıllar önce ortadan kalkmış, hiçbir insanın daha önce görmediği bir çiçek türünü yeniden görebilmenin heyecanını bir düşünün. Buzulların giderek erimesiyle ortaya çıkabilecek başka örneklerin de keşfedilmesi, şüphesiz bitki evrimini anlayabilmemiz için çok daha önemli kanıtlar sunacak. Ayrıca kaybolan türlerin ortaya çıkarılması günümüzde gen çeşitliğinin zenginleştirilmesi açısından da önem taşıyor. Norveç’te yer alan “Kıyamet Dehlizi” adı verilen, dondurulmuş bitki tohumlarının saklandığı tohum bankası da bu zenginliğin korunması için atılmış bir başka adım.
Dünyanın bilinen “ilk çiçekli bitkisi” Montsechia.
Foto: David Dilcher, biology.indiana.edu/about/faculty/dilcher-david.html


Botanik dünyası ortaya çıkan yeni fosil kayıtlarıyla kendini yenileyip geliştirdikçe bitkiler hakkında öğrendiklerimiz de değişiyor. Örneğin, paleobotanikçiler çiçekli bitkilerin ilk örneklerinin karalarda ortaya çıktığına inanıyordu ta ki İspanya’da suda yaşayan bir bitki olan Montsechia’nın 130 milyon yıllık fosillerine rastlayana dek. Montsechia’nın tıpkı günümüzde hala var olan bazı çiçekli su bitkileri gibi tohumlarını sudaki akıntılarla uzaklara taşıdığı düşünülüyor. Nesli yüzyıllar önce tükenmiş bir bitki olan ve dünyanın bilinen “ilk çiçekli bitkisi”nin günümüzde yaşayan en yakın akrabası ise tüm dünya göllerinde ve bataklıklarında görülebilen suda yaşayan bir çiçekli bitki türü olan Tilkikuyruğudur (Ceratophyllum) ve tilkikuyrukları tıpkı karada yaşayan atkuyruklarına benziyorlar. Bugün hala sularda yaşayan “en eski bitki türü”nün ise Hindistan yarım adasındaki fosil kayıtlarına göre bundan 1,6 milyar yıl önce sığ okyanuslarda yaşamış ve bugün Baltık Denizi’nde yaşayan örnekleri bulunan Kızıl yosun olduğu söyleniyor. Su bitkileri arasında “yaşayan fosil” ünvanını taşıyan kızıl yosundan günümüzde jelatin ve sushi’lerin sarıldığı nori adı verilen yapraklar üretiliyor. Bilim insanlarının gen haritasını çıkarmak için çalışmalarına devam ettiği, kapalı tohumlu bitkilerin en ilkel örneklerinden olan Yeni Kaledonya’da oldukça küçük bir popülasyona sahip “Amborella trichopoda” ise karada yaşayan bitkiler arasında “ilk çiçekli bitki” olarak tanınıyor.

“Amborella trichopoda” karada yaşayan bitkiler arasında “ilk çiçekli bitki” olarak tanınıyor.
Foto: scott.zona, www.flickr.com/photos/scottzona/(CC BY 2.0)


Bugün yaşayan 11 bin üyesiyle kocaman bir aile olan ve her ormanda kolaylıkla rastlayabileceğiniz eğreltiotları (Pteridophyta), bugün yaşayan en eski ve dünya üzerinde en yaygın görülen bitki türleridir. 70 milyon yıl öncesinde Kretas dönemine ait fosilleri bulunan, dinozorlarla bir arada yaşamış bazı eğrelti türlerinin morfolojik olarak hiçbir değişim göstermeden bugüne dek ulaştığı görülüyor. Bugün artık yaşamayan, bir çalı değil de ağaç olan ve bir zamanlar atmosfere saldıkları oksijenle karalarda ilk canlı türlerinin ortaya çıkmasını sağlayan türlerinin fosil kayıtları ise çok daha eskilere uzanıyor. Tıpkı eğreltiotları gibi bugün hala yeryüzünde var olmaya devam eden ve onları koruyabildiğimiz sürece yaşamaya devam edecek, artık kaybolmuş bir geçmişin izlerini üzerlerinde taşıyan daha pek çok bitki var: Artık her yerde süs bitkisi olarak görmeye alıştığımız gingko (Gingko biloba) ve manolya (Magnoliaceae) ağaçları, sagu palmiyeleri (Cycas revoluta), Calycanthus (Calycanthus occidentalis) ve Elegia (Elegia capensis), tropikal bahçeleri süsleyen geyik boynuzu eğreltileri (Platycerium bifurcatum) ve tavşan ayağı eğreltileri (Davallia solida), enginarı andıran dev çiçekleri olan bitkiler Protea (Protea cynaroides), sofralarımızdan  eksik olmayan Karabiber (Piper nigrum), ilk defa Hatay’da yakından gördüğüm Lohusaotları (Aristolochia), 1941’de Çin’de yeniden birkaç yaşayan örneği keşfedilene kadar sadece bir fosil olduğuna inanılan Metasekoya çamı (Metasequoia glyptostroboides) ve fosilleri bulunduktan sonra türünün tükendiğine inanılırken 1994’te yeniden Avustralya’da keşfedilen ve belki de son yangınlarda doğadaki örnekleri yok olmuş olan Wollemi çamı (Wollemia nobilis)... 

Wollemi çamı (Wollemia nobilis).
Foto: Therese OLeary, thereseoleary.com


İşte bunlar eğer bugün var olmasalardı belki de eksikliğini hissetmeyeceğimiz, hayatımızı borçlu olduğumuz halde sevip sevmediğimize bile emin olamayacak kadar tanımadığımız(?) onlarca canlıdan sadece birkaçı. Uzun bir yazı oldu ama dilerim sıkılmadan okursunuz.