23 Şubat 2020 Pazar

Bitkisel Bir Söyleşi / 6. Bölüm


Sevgili okurlar, ne yazık ki ailevi bazı sağlık problemleri nedeniyle yazılarıma iki ay kadar ara vermek zorunda kaldım. Umarım bu süre zarfında benimle bitkiler hakkında söyleşilerimizi özlemiş ve bitkiler hakkında yeni bir şeyler araştırıp öğrenmeye de zaman ayırmışsınızdır. Şimdilerde çiçeklerine ve yapraklarına veda ederek artık kış uykusuna yatmaya hazırlanan bitkilerden öğreneceğimiz hala çok fazla şey var. Uzaklara seyahat etmeyi seven bir dostum bana bu günlerde ilkbaharı yaşayan güney yarımküredeki tropik bir ülkeden "Bu nedir? Bu bitkiyi tanıyor musun?" diyerek çektiği bitki fotoğraflarını gönderdikçe ben hala yeni bir şeyler öğrenmeye, hayret etmeye, esinlenmeye ve mutlu olmaya devam ediyorum. Bir önceki yazıda bahsettiğimiz gelenek, görenek ve inanışlar ve bu yazıda bahsedeceğimiz birbirinden ilginç pek çok efsane, masal ya da halk hikayesi de işte bu şekilde doğdu. Doğayı ve gözlemlenmesi daha kolay olan bitkileri (çünkü bitkiler hayvanlar gibi bulundukları yerden ayrılamıyorlar) dört mevsim boyunca ilgiyle ve şaşkınlıkla izleyen insanlar, onlarda tanrısal ya da doğa üstü güçler bulunduğu sonucuna vardılar. Yaşamın başlangıcının ve yaratıcılarının izlerini doğada arayan insanoğlunun tarih boyunca doğadan esinlenerek zihninde yarattığı tanrılardan bazıları doğrudan bitkiler ve toprak ile ilgilidir. Yaşadığımız topraklarda doğan Yunan mitolojisi, Orta Asya'dan gelen Türk mitolojisi ve Mezopotamya efsanelerinin harmanlandığı Anadolu, çok daha eski ve unutulmuş efsaneleri de barındırıyor kuşkusuz fakat biz bu yazıda hakkında en fazla bilgiye sahip olunan Yunan/Roma mitlerine öncelik vereceğiz.
Tanrı ve tanrıçaların anneannesi Gaia.
Gaia, bizzat toprağın ya da diğer bir deyişle üzerinde yaşadığımız yeryüzünün tanrıçasıdır. "Toprak ana" ya da "Doğa ana" diye bilinen insan üstü varlığın ta kendisidir. Yunan mitolojisindeki Olimpos tanrı ve tanrıçalarının anneannesidir de diyebiliriz Gaia için. Keza Kronos ile Rhea'nın annesidir. Antik Yunan toplumunda üzerine yemin edilen en kutsal varlık Gaia idi, ona topraktan çıkan tahıl ve meyveler nedeniyle "hediyeler getiren" de deniyordu. Roma mitolojisindeki adı "Terra"dır. Terra'nın kelime olarak hem toprak, hem de dünya anlamına geldiğini söylememe heralde gerek yoktur. Gaia, Anadolu'nun baş ana tanrıçası, Frigya döneminin tek tanrısı Kibele ile eşdeğer tutulur. Doğa kökenli inanışların temelini oluşturan Gaia'ya atfedilen tüm özellikler zaman içinde, az sonra bahsedeceğimiz tanrıça Demeter ve kızı Persephone'ye aktarılmış, hikayesi böylelikle daha da derinleştirilmiştir. Fakat Demeter ve kızı Persephone'dan bahsetmeden önce Gaia'nın torunu Hera'ya düğün hediyesi olarak verdiği "altın portakal"ların hikayesini anlatmak isterim size. 
Hesperidlerin Bahçesi ve onu koruyan ejer Ladon.
Mitolojiye göre tanrıça Hera'nın (Zeus'un eşi ve Olimposlu tanrıların annesi olan ana tanrıça), Gaia'dan aldığı portakallardan kurduğu bir meyve bahçesi varmış ki kimsenin bunlara elini sürmesini istemezmiş. Altından meyveler veren ağaçların bulunduğu bu bahçenin bakımı, güneşin battığı yerde (batıda) yaşayan periler olan Hesperid’lere verilince bahçenin adı da “Hesperidlerin Bahçesi” olmuş haliyle. Yani mitolojide sözü edilen “ilk bahçıvanlar” da bu perilerdir diyebiliriz. Fakat Hera portakallarının çalınmasından öyle korkuyormuş ki, sadece perilere güvenmeyip bir de pençelerinden zehir damlayan, yüz tane de kafası olan dev gibi bir ejderhayı, yani Ladon’u bu bahçeye bekçi olarak dikmiş. Fakat kahramanlar kahramanı Herkül’ü durdurabilir mi bu? Tabi ki hayır. Hesperidlerin babası olan Atlas’ı kendisine yardımcı olması için ikna eden Herkül, bu yardım karşılığında gökyüzünü sırtında taşımayı kabul edince bizim pinti Hera da portakallarından oluvermiş. İşte altın portakal efsanesi de buradan doğmaktadır.Böylece portakalın antik çağlarda pek değerli bir meyve olduğunu da anlayabiliriz. Nitekim, tarihçiler Yunan mitolojisinin en güzel tanrıçalarını (Hera, Afrodit ve Artemis) birbirine düşürerek Truva savaşını başlatan "altın elma"nın da aslında "altın renkli bir portakal" olduğu sonucuna varmışlar. Çünkü o zamanlarda aşağı yukarı birbirine benzeyen armut, ayva ve elma gibi (aynı zamanda portakal hariç, aynı aileden olan) tüm meyvelere pome (elma) denmekteymiş.
Hasat tanrıçası Demeter, genellikle bir elinde buğday başakları, diğer elinde ise bir boynuza doldurulmuş meyvelerle tasvir edilir.

Demeter, hasat tanrıçası olarak bilinen bir ana tanrıça figürüdür, kızı Persephone ise doğanın her bahar yeniden yeşermesini sağlayan tanrıçadır. Onların öyküsünü anlatırken bu tanrıçaları da tanımış olacağız. Yeryüzünü yeşile bürüyen, bolluk ve bereket getiren hasat tanrıçası Demeter’in biricik kızı Persephone, güzelliği ile ölülerin tanrısı Hades’in kalbini çalar. Hikayenin karanlıkta kalan bir de perde arkası var. Hades, meğer Persephone’ye aşık olmadan önce Mintha adında bir su perisine gönlünü kaptırmış. Fakat kime niyet, kime kısmet... Kıskanç Persephone bu zavallı kızı hoş kokulu bitkiye (yani naneye) dönüştürerek Hades’i elde etmeyi ve böylece de yeraltı ülkesinin kraliçesi olmayı başarmış. Nitekim Hades Perspehone'yi kırlarda güzel kokulu nergisler toplarken annesinden habersiz kaçırıp gidenlerin bir daha asla geriye dönemediği yeraltı krallığına götürünce de Demeter öyle kederlenir ki bir zamanlar yemyeşil olan yeryüzü adeta çöle dönüşür.
Frederic Leighton'ın "Persephone'un Dönüşü" tablosu, altı ay Hades'te kaldıktan sonra yeryüzündeki annesi Demeter'e kavuşan Persephone'yi betimliyor. Persephone aynı zamanda kışın toprak altında kalarak baharda filizlenip topraktan çıkan tohumları simgelemektedir.
İşte bu noktada kader tanrıçaları Persephone’nin hikayesinde devreye girerek önemli bir rol üstleniyor. Bu üç tanrıçadan “Clotho” bir insanın yaşamını simgeleyen yün ipliği eğirir, “Lachesis” bu ipliği ölçerek uzunluğunu belirler ve “Atropos” ise makasıyla ipliği keser yani yaşamına son verir. Hatta bu son tanrıça, içerdiği zehirle kalbi durdurabilen güzel avratotuna (Atropa belladona) adını vermiştir. Kader tanrıçalarının koyduğu değişmez kanuna göre her kim ölüp de yer altı krallığa gider ve orada ağzına bir lokma da olsa bir şey atıp yemeye kalkarsa sonsuza dek orada kalacaktır. Bunu bilen kurnaz Hades, kaçırdığı Persephone’ye bir nar (Punica granatum) ikram eder, kızcağız öyle açtır ki birkaç nar tanesinden bir şey olmaz deyip ağzına atıverir. Haliyle kader tanrıçaları Persephone’nin sonsuza dek ölüler ülkesinde kalmasına karar verirler fakat dünyanın yeşilinin giderek solduğunu gören tanrılar tanrısı Zeus buna bir son vermek için bizdeki gibi hemen bir kanun hükmünde kararname (!) çıkarır. Bu kurala göre Persephone yılın 6 ayını kocası Hades’in yanında, diğer 6 ayını ise annesi Demeter’in yanında geçirecektir. İşte doğadaki mevsimsel döngü de böyle oluşur. Fakat Demeter kızıyla her vedalaştığında doğa da onunla beraber sararıp solmaya, şimdilerde olduğu gibi sonbahar yüzünü göstermeye başlar...

Dionysos

Bitkilerden konu açıldığında Yunan mitolojisiyle ilgili akla gelebilecek ilk isim ne Gaia, ne Demeter ne de Persephone'dir. Yunan mitolojisinde bizzat bitkilerin tanrısı Dionysos'tur. Bitkileri öylesine iyi tanır ki, ilk cadılara da bitkilerden elde edecekleri iksirleri yapmayı o öğretmiştir. Çoğumuzun sürekli sarhoş olarak dolaşan bir şarap tanrısı olarak bildiği Dionysus, aynı zamanda, keyif ve eğlencenin de tanrısıydı. Keyif veren bitkiler denince aklınıza gelebilecek bitkiler bir başka yazının konusu olsun (!) Üzümden elde edilen şarap Hristiyan inancında İsa peygamberin kanını simgelediği için, üzüm de kutsal sayılmaktadır. Oysa üzümün kutsallığı ta antik Yunan dönemine dayalıdır. Başına asma yaprakları ve üzüm salkımlarından bir taç takarak dolaşan şarap tanrısı Dionysos'un çok sevdiği bir satir (keçi ayaklı, insan bedenli bir mitolojik varlık) olan Ampelos, sırtına binmeyi sevdiği bir boğanın ayakları altında can verince kader tanrıçaları ona ikinci bir şans vermeye karar vermiş ve satiri bir asmaya (Vitis vinifera) dönüştürmüşler. İşte Dionysos çok sevdiği şarabı ilk olarak bu asmanın üzümlerini elleriyle sıkarak elde etmiş. Artık dostunu kaybetmenin acısıyla mı sıkmış üzümleri yoksa meraktan mı bilinmez ama iyi ki de sıkmış (!) Üzüm, bu topraklar için “en özel” ve “en güzel” olan üç bitkiden biridir, diğerleri de zeytin ve buğdaydır.
Kral Midas'ın ellerini yıkayarak lanetten kurtulduğu Pactolus çayı bugün Manisa dolaylarındaki Sart çayıdır. Yakınlarındaki Sardes antik kenti de Midas'ın yaşadığı krallıktı şüphesiz.

Dionysos’la ilgili en fazla bilinen hikaye kral Midas’ın başına gelenlerdir. Kral, Dionysos'un hamisi ve öğretmeni olan yaşlı Silenus’u en iyi şekilde ağırladığı için Dionysos'tan bir ödül olarak bir dilek dilemesi istenir. Midas da Dionysos’tan dokunduğu her şeyi altına dönüştürmesini isteyince dileği hemen kabul olur. Olur olmasına ama Midas sevdiği her şeyin dokundukça altına dönüşmesinden pek de memnun olmaz. Kucakladığı eşi bile altına dönüşmüştür. Bu yüzden hiçbir şey yiyip içemeyen kral Dionysos’a bahşettiği bu yeteneği geri alması için yalvarır. Dionysos ona gidip Pactolus çayında (bu Manisa dolaylarındaki Sart çayıdır) ellerini yıkaması halinde bu durumdan kurtulacağını ona söyler. Midas’ın ellerini suya soktuğu an bu yeteneği kaybolur ve derenin kumu ise altına dönüşür. Tarihi Sardes antik kentinin içinden geçen bu çay gerçekten de altın çıkarılan bir yermiş, Midas’ın dokunuşu değil de Bozdağlar’dan taşıdığı altın mineralleri nedeniyle tabi ki. Hatta Karun hazinelerinin de buradan çıkarılan altınlarla elde edildiği söyleniyor.
Tanrıça Artemis, gecenin, karanlığın, ay ışığının, vahşi hayvanların, ormanların ve avcılığın saf, duygulu ve yalnızlığı seven tanrıçasıydı.
Hiçbir erkekle evlenmeyi kabul etmemiş, küçük çocukların ve hayvanların koruyucusu bakire tanrıça Artemis, zaman içinde Roma mitolojisindeki cadı ve seksapel tanrıça Diana'ya dönüşmüştür. Aykırı zevklere pek düşkün antik Romalılar, dolunaylı gecelerde tanrıça Diana adına düzenlenen ayinlerde tanrıçanın bedenlerine girmesi için sembolik olarak pelin otu (Artemisia absinthium) yiyerek kendilerinden geçip burada anlatılamayacak (!) türden sapkınlıklara başvururlarmış. 19. yüzyılda Fransız bohem sanatçılarının eserlerini üretirken ilham alabilmek amacıyla sıklıkla başvurdukları bir eğlence olan ve bu ottan üretilen absent içkisi, genç yaşta deliliklere ve intiharlara da sebebiyet vermiştir. Oysa Artemis en başında, gecenin, karanlığın, ay ışığının, vahşi hayvanların, ormanların ve avcılığın saf, duygulu ve yalnızlığı seven tanrıçasıydı. Artemis aynı zamanda, bir tanrının aşkını redderek babasından kendisini bir defne ağacına (Daphne) dönüştürmesini isteyen bir su perisine aşık olan güneş tanrısı Apollo’nun da kız kardeşidir.

Kydippe
Artemis'in de konu olduğu bitkisel bir efsaneye değinerek “ayvayı yemek” sözünün nereden geldiğini birlikte görelim: Akontios, Keos adasında yaşayan yakışıklı ama fakir bir delikanlıdır. Artemis şenliklerinde Delos’a giderken yolda Atina’nın en soylu ailelerinden birinin kızı olan Kydippe'yi görür görmez aşık olur. Aşık olmak kolay da kızı almak zordur, hep öyle olmaz mı? Akontios’un aklına hemen şöyle bir düzenbazlık gelir. Bir ayvanın üzerine: “Artemis tapınağı üzerine ant içiyorum ki ben Akontios’a varacağım” yazıp ayvayı kızın önüne atar. Kydippe de yazıları yüksek sesle okuyunca şaşırıp meyveyi elinden atar ama söz ağızdan bir kere çıkmıştır. Sözleri yemin sayılır ve bozulamaz. Şöyle ki, Atina’ya döndükten sonra üç kez nişanlandığı halde üç koca adayı da peş peşe hastalıktan ölüp gider. Delphoi tapınağı kahini, Akontios’un çevirdiği düzeni açığa çıkarınca kızın babası eli kolu bağlı halde Kydippe’yi Akontios ile evlendirip üzerine de bir bardak soğuk su içer. Ayvayı yiyen kız mıdır, babası mıdır artık orası bilinmez ama ayva da afiyetle yenir mi yenir bana sorarsanız.

Pan ve Su perileri nympheler. Oldukça çapkın olan tanrı Pan, orman ve kırlarda perilerin ve güzel ölümlü bakirelerin peşinde koşmanın yanısıra aniden insanların karşısına çıkarak onları korkutmayı kendine uğraş edinmiştir.
Gelelim bu yazının son ölümsüzüne. Çobanların tanrısı Pan, koyun sürülerinin olduğu kadar rengarenk çiçeklerle bezeli dağlık çayırların da tanrısıdır. Oldukça çapkın olan tanrı Pan, orman ve kırlarda perilerin ve güzel ölümlü bakirelerin peşinde koşmanın yanısıra aniden insanların karşısına çıkarak onları korkutmayı kendine uğraş edinmiştir. Keçi ayakları ve boynuzlarıyla bugünkü Hristiyan inancındaki şeytanın temsili gibidir. Tanrı Pan’la birlikte anılan ve kırlarda sıklıkla karşınıza çıkan, Sokrates'in zehrini yudumladığı baldıran otu (Conium maculatum) aynı zamanda diğer zehirli otlarınkine hiç benzemeyen etkisi nedeniyle (zehirlenmelerin gelişim ve sonuçlarıyla ilgili detaya girip içinizi sıkmak istemem) “panik” sözcüğünün de doğmasına neden olmuş. Pan'ın misafir olduğu pek çok güzel mitolojik öykü vardır fakat ben onun aşık olduğu bitkiyle ilgili olanı sizlere anlatarak yazımı noktalayacağım.
Pitys ve Pan

Ormanların ve kırların tanrısı Pan, bir orman perisi olan Pitys’e aşıktır. Pitys de bu keçi ayaklı tanrıya karşı hiç boş değildir fakat kuzey rüzgarının taş kalpli tanrısı Boreas da bu güzel kıza gönlünü kaptıranlardandır. Kız seçimini tanrı Pan’dan yana kullanınca Boreas öfkeden çılgına döner, “ya benimsin, ya toprağın!” dercesine öyle esip gürler ki zavallı Pitys bu şiddetli rüzgara kapılıp sarp bir uçurumdan aşağı yuvarlanır ve oracıkta ölüverir. Pan kızın cansız bedenini bulduğunda öylesine üzülür ki, onu oracıkta bir göknar ağacına (Abies) dönüştürür. İşte o zamandan beri kuzey rüzgarı acı acı estiğinde, göknar da ağlamaya başlarmış. Sonbaharda kozalaklarından damlayan öz suyu, zavallı orman perisi Pitys’in gözyaşlarıymış meğer. Daha önceki yazılarda bahsettiğim sadece ülkemize özgü Kaz dağı göknarlarını (Abies nordmanniana subsp. equi-trojani) "ağlatan" rüzgarlar da kuzeyden (Kanada'dan) esmişti. Ağaç katili Kanadalı altın şirketinin maden arama ruhsatının yenilenmediği ve bölgedeki inşaatların durdurulduğu söylense de bu konu gündemde tutulmalı ve asla unutturulmamalı! Başka bir yazıda daha yeniden buluşmak dileğiyle sevgiyle kalın. 
Tanrılar ve efsaneler dağı Olympos, Teselya, Yunanistan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder