28 Şubat 2020 Cuma

Bitkisel Bir Söyleşi / 14. Bölüm

Filipinler'de yer alan bir mangrov ormanının havadan görüntüsü.
Foto: Alexey Cornylyev, www.123rf.com/profile_alexpunker


İlk kez kullanıldığı 1935 yılından itibaren hayatımıza giren bir kavram olan “ekosistem”, belirli bir ortamdaki canlı ve cansız varlıkların diğer ortamlardan bağımsız olarak kendine yetebilen, korunaklı ve lokal bir çevresel bütünlük oluşturmak üzere iş birliği içinde olmasını ifade ediyor. Coğrafik özellikleri ve ölçeklerine göre ekosistemlerin büyük olanlarına “biyom” da deniyor. Üzerinde yaşadığımız gezegen de ya da masanızın üzerinde duran fanus içindeki küçük teraryum da başlı başına bir ekosistem fakat sözgelimi bir kutup ya da çöl biyomu terimini kullanmak veya bir bataklık ya da gölet ekosistemi demek çok daha doğru bir kullanım şekli. Bu sistem içinde varlıkların cansız (inorganik) materyali, canlı (organik) materyale dönüştürmek için geçirdiği sürece “besin zinciri” adı veriliyor. Bu besin zincirinin en önemli elemanlarından biri kuşkusuz ki bitkilerdir. Bitkilerin (üreticiler) topraktan aldıkları besinlerle oluşturdukları kök, yaprak ve meyveler ile beslenen hayvanlar (tüketiciler) başka yırtıcılar tarafından avlanıyor ve ölen canlılardan toprağa karışan tüm organik materyal, mantarlar ve bakteriler (ayrıştırıcılar) tarafından ayrıştırılarak yeniden bitkilerin kullanımına sunulmuş oluyor. Birbirine derin bağlarla bağlı bu unsurlar bir ekosistemin var olabilmesi için gerekli temel unsurlardır.

Ekosistemin bu hassas dengesini bozmak sadece ekosistemin içindeki bitki ya da hayvanlara zarar vermekle gerçekleşmiyor, cansız olan ögeleri bile canınız istediği gibi değiştirmeye kalktığınızda da ekosisteme ciddi zararlar verebilirsiniz. Örneğin, İstanbul’da yapılması tartışılan Kanal İstanbul Projesi ile oldukça büyük ölçekli bir ekosistemin yapıtaşları yerinden oynatılacak. Öyle ki bu projenin uzun vadedeki sonuçlarını öngörebilmek bile imkansız. Bir gölü kurutmak, bir ormanın ortasına koskoca bir otoyol inşa etmek ya da milli park statüsündeki bir ekosistemin ortasına bir maden işletmesini oturtmak bizim bu ülkede duymaya ve görmeye çok alışık olduğumuz türden yıkımlar. Bir ekosistemde yukarıda bahsedilen üretici, tüketici ya da ayrıştırıcı unsurların varlığını ve miktarını değiştirecek her bir müdahale şüphesiz ki bize yaşanması olası çevre felaketleri olarak geri dönecektir. Bir yörenin bitki örtüsünü yok ederseniz, hayvanların göç yollarını değiştirir, yer altı/ yer üstü su havzalarını ve toprağı kirletirseniz (ki toprağı en fazla kirleten unsur tuzdur) kısaca o ekosistemi yok etmiş olursunuz. Her zaman alışık olduğumuz insan merkezci bir bakış açısıyla bakarsak, o ekosistemde yaşayan “insanların da” sağlığını tehlikeye atmış oluruz çünkü her ne kadar kendini her şeyin üzerinde konumlandırsa da insan da bu bütünün bir parçasıdır sevgili bitki dostları. 
Doğa, özellikle de bitkisel yaşam kendisini kolaylıkla tamir edebilecek uyumluluğa ve güce sahiptir. Fakat biyolojik çeşitliğinin günden güne ortadan kalktığı ve çevrenin her geçen gün daha da kirletildiği bir gezegende doğanın da “tükenmişlik sendromu” yaşaması kaçınılmaz. Dünya üzerinde ne yazık ki dışa kapalı, insan ihlali ve istilasına açık olmayan hiçbir biyom kalmamış gibi görünüyor. Öyle ki insanın yaşamadığı kutuplarda küçük bir ülke büyüklüğündeki buzulları eritmeyi, okyanusun kilometrelerce altındaki derinlikleri bile kirletmeyi başardık(!). Oysa sadece bitki ve hayvanların değil, kendi türümüzün devamlılığı için de ormanlarımızı, bozkırlarımızı ve su havzalarımızı korumamız gerekiyor. “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” diye düşünmeyin. Her ne yapabiliyorsanız o bile gezegenin geleceği için çok önemli ve değerli. Nerede yaşıyor olursak olalım Amazon ormanlarını da, kutuplardaki hayvanları da, okyanuslardaki balinaları da düşünmek zorundayız.  “Think global, act local” (Global düşün, yerel eylemler yap) bakış açısıyla yalnızca bir tüketici olarak tüketim alışkanlıklarımızı değiştirerek bile çok şeyi değiştirebiliriz. Doğaya zarar vermeyen üretim ve tüketim biçimlerini, temiz enerjileri, geri dönüşümden önce “çöpümüzü azaltmayı”, “ihtiyacımız olmayanı satın almamayı” ve “sahip olduklarımızı daha uzun süre kullanmayı” tercih etmek gerçekten çok şeyi değiştirebilir. 


Yazının başında da bahsettiğimiz üzere, yeryüzünde görülen büyük ekosistemler olan biyomlar, kara ve su biyomları olarak ikiye ayrılıyor. Karasal biyomlar ise kuzeyden güneye inildiğinde temel olarak kutup, tundra, tayga, ılıman orman, bozkır, Akdeniz, çöl, savan ve Ekvator gibi biyomlar olarak çeşitleniyor. Ülkemiz bu biyom kuşakları içinde kuzeyde ılıman orman, güneyde Akdeniz ve ortasında çoğunlukla bozkır biyomlarını barındırıyor. Nerdeyse dört mevsimin bir arada yaşanabildiği bu coğrafyada görülen “biyom zenginliği” de bitkisel çeşitliliğin bu denli fazla olmasının bir nedenidir kuşkusuz. Ülkemizde en yaygın görülen karasal biyom olan ılıman bozkırın özelliklerine değinmek gerekirse, bunlar kışın oldukça soğuk ve yağışlı ama yazları sıcak ve kurak olan, orman ya da ağaçlardan çok otsu, soğanlı ve yumrulu bitkilerin hakim olduğu açık düzlük alanlardan oluşuyor. Bozkırın önemli bir özelliği ise derinliği yüksek ve nispeten daha kolay işlenebilir topraklara sahip olmasıdır. İşte tam da bu nedenle Anadolu toprakları buğdayın anavatanı olmuştur. Fakat ne yazık ki hatalı gübreleme, ilaçlama ve sulama nedeniyle tarımsal üretime elverişli olan topraklarımızı da verimsiz hale getiriyoruz. Bir yandan imara açılan tarım arazileri de bu tahribatı geri dönülmez bir noktaya taşıyor.


Yukarıda doğanın insanlığın yol açtığı tahribatı tamir edebilme yetisinden söz etmişken, “Bir orman ne kadar sürede oluşur”, diye merak edenlerle beraber şöyle bir düşünmek istiyorum: Tarım alanı olarak kullanılan ya da ağaç kesimi yapılan bir araziyi ele alalım. Böyle bir alan kendi haline bırakıldığında doğa burayı hemen yeniden geri kazanmaya başlıyor, nasıl mı?... İlk yıl bu araziye karahindiba (Taraxacum officinale), kaz ayağı (Chenopodium polyspermum), ebegümeci (Malva sylvestris), şeytan elması (Datura stramonium) gibi pek çok tek yıllık, kuraklığa ve güneşe dayanıklı çayır bitkisi gelip yerleşir. İkinci yıldan itibaren çok yıllık beyaz devedikeni (Carlina gummifera), yaban havucu (Pastanica sativa), ayrık otu (Elymus repens), devedikeni (Silybum marianum) gibi çok yıllık bitkiler görülmeye başlar. 5 yıl içinde böğürtlen (Rubus idaeus), kartallı eğreltiotunun (Pteridinum aquilinum), çobanpüskülü (Ilex aquifolium), katırtırnağı (Spartium junceum), gibi çalı ve küçük ağaç formunda bitkiler ortaya çıkmaya başlar. Bitki örtüsü sıklaşarak çeşitliliği arttıkça bunları barınak ve beslenme amacıyla kullanan canlılar da bu araziyi ziyaret etmeye başlar. Öncelikle kuşların ve kemirgenlerin taşıdığı tohumlarla ilk 15 yılda ağaç fideleri oluşur. Genç bir ormanın oluşumu ise 50 yıl kadar sürer. Ancak yaklaşık birkaç yüz yıl sonra burada artık olgunlaşmış bir orman florasından söz edilebilir.
Tam da yeri gelmişken Türkiye florasını bizlere tanıtan çok değerli uzmanlardan biri olan Hikmet Birand’ı burada saygıyla anmak istiyorum. Bozkırın kalbinde doğup büyümüş bu doğa aşığı insan, aynı zamanda Türkiye’de bitki sosyolojisi alanının da kurucusu olan öncü bir akademisyendir. Ben kendisini ne yazık ki ölümünden yıllar sonra “Alıç Ağacı ile Sohbetler” kitabıyla tanıdım. Kitabını, Ankara’da Dikmen sırtlarındaki bir alıç ağacı ile dönem dönem yaptığı uzun sohbetler şeklinde kurgulayan Birand, Anadolu’nun dört bir yanına yaptığı gezilerde gözlemlediği bitkisel zenginliği coğrafi, tarihi ve iklimsel özellikleriyle, deyim yerindeyse Anadolu’nun taşını toprağını herkesin anlayabileceği bir dilde bizlere anlatmayı başarmış. Özellikle Türkiye florasını tanımak isteyen herkese bu kitabı okumasını tavsiye ederim. Alıç Ağacı ile Sohbetler’i okuyan bitki dostları, belki de yaşadıkları bölgedeki florayı daha iyi tanıyıp, geçen zamanla birlikte nelerin değiştiğini de gözlemleyebilirler. 
Foto: emjaysmith, www.depositphotos.com/portfolio-1010070.html

Bu yazımı da Dikmen alıcının son sözleri ve Hikmet hocanın kitabın sonunda eski dostuna verdiği cevapla bitirmek istiyorum. Dikmen alıcı hocamıza diyor ki: “Tabiatın sabrı çok ama vakti daha çok, ezelden ebede kadar vakti var onun... Sen ben günlük kelebek gibiyiz, yüzyıllarda, bin yıllarda olup biten değişikliklerin farkına varmayız. Şimdi burada ben varım ve sana bu tepenin de söylediklerin gibi bir zamanlar meşe ormanı ile örtülü olduğunu haber veriyorum. Fakat bana da bir hal olabilir ve kuru dallarımdaki paçavralardan burada yatan ya da yattığı sanılan evliya kişinin kerametine aldırış etmeyenler de çıkabilir. Bir gün gelmişin bakmışsın ki ben yoğum. Bu tepe de ötekiler gibi olur, benim buradaki varlığımı senden başka kim hatırlar? Kimse!...” Hikmet hoca ise yıllarca sohbet ettiği dostunu şöyle anarak kitabını noktalıyor: “Doğru söylemişin. Seni benden başka kimse hatırlamaz artık, hatta seni kesip yok eden bile... Ama sohbetlerimizi dinleyenler sanıyorum ki unutmayacaklardır seni. Sonra belki bir gün gelir biz de seni, dallarında öten kuşları, çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi beller, hepimiz için şenelttiğiniz bu dünya yurdunda onların da bizim gibi yaşamaya hakkı olduğunu anlar hiçbirinize kıymaz oluruz”.
"Cordillera Blanca", Peru'nun Ak Sıradağları dünyanın en yüksek sıradağları olarak biliniyor.
Foto: Bruno Locatelli.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder