Bitkiler asırlardır
sadece insanların karnını doyurmakla kalmayıp hayal güçlerini de besleyen bir
esin kaynağı oldu. İnsanlık yerleşik hayata geçiş yaparak bahçe ve tarım işleriyle
uğraşmaya başladığı andan itibaren bitkilerle daha yakın ilişkiler kurmaya başladı.
Avcı-toplayıcı olan ilk insan, sadece meyve toplamak ve avlanmak amacıyla
ormana ayak basarken, bir zaman sonra ormanda karşılaştığı bazı bitki ve
hayvanları ehlileştirerek kendi küçük ormanını (ya da bahçesini) evinin yanı başında
kurmaya başladı. Böylece yiyecek sıkıntısı çekerek göç etmeye zorlanmadan uzun
süre boyunca aynı ortamda kalabildiğini keşfetti. Bugün severek tükettiğimiz çoğu
meyve ve sebze, yüzyıllar boyunca insan eliyle aşılanıp melezlenerek bugünkü
halini aldı. İlkel formlarını hala doğada görebileceğiniz meyve ağaçları ilk
zamanlarda sadece orman hayvanlarının damak zevkine hitap ederken, artık
kitlesel olarak üretimi yapılabilen birçok tahıl türü bugünkü kadar verimli besin
kaynakları değildi. Tabi ki insan elini her attığı türü ehlileştirmekte başarılı
olamamıştır. Fakat insan onlarla daha fazla haşır neşir olup daha fazla zaman
geçirdikçe, bitkiler antik inanışların, gelenek ve göreneklerin, sözlü edebiyatın
(masal ve efsaneler) ve bugün adına kültür dediğimiz her şeyin ayrılmaz bir parçası
haline geldiler.
Önceleri avcı-toplayıcı iken tarım ve köy hayatına geçiş yapan insanoğlu bitkileri ehlileştirmeyi, onları yetiştirmeyi de öğrenmeye başladı. |
Bitkiler, bugün botanik
biliminde kullanılan Latince isimlerinden çok önce, onları ilk keşfeden yerel
halkın taktıkları isimlerle tanınıyorlardı. Bu isimler bize az çok onların doğal
yaşamları, ilk kullanım şekilleri ve hangi yerel inanış ve efsanelere konu
oldukları gibi pek çok konuda ip ucu sunar. Bu ilginç bilgilerin farklı kültürlerdeki
izlerini sürmek bir etnobotanik uzmanının sorumluluğudur. Farklı kültürler
dedim çünkü her ne kadar bitkiler bulundukları yerden hiçbir yere ayrılmayan, kökleriyle
toprağa sıkı sıkıya bağlı canlılar olsalar da tohumları rüzgarlarla, sularla,
meyvelerini tüketen canlılar ve hatta insanlarla dünyanın dört bir yanına taşınır
ve orada yeni bir hayata başlar. Her bir bitkinin karşılaştığı farklı insan toplulukları
ve kültürler üzerinde bıraktığı tesir de kuskusuz ayni değildir. Bazı toplumlar
için önem arz eden bir bitki, diğerleri için önemsiz ya da sevilmeyen bir şey
bile olabilir. İşte bitkiler hakkındaki tüm ilginç inanışlar ve söylenceler de
buradan doğar ve yasadığımız topluluğu nasıl etkilediklerine göre de değişir.
Bu inanışlardan kimisi günümüzde hurafe olarak görülüp unutulmaya yüz tutsa da
kimi bölgelerde hala eski günlerdeki canlılığını koruyanlar da vardır kuşkusuz.
Örneğin; bugün hala
kötü bir şeyin olma ihtimalinden bahsettiğimizde ne yaparız?... “Tahtaya vur”,
derler eskiler. Bir konuda şansımızın yaver gitmesini istiyorsak ya da bir takım
negatif tesirlerden etkilenmek istemiyorsak bunu yaparız. İşte bu tahtaya vurma
adeti yüzyıllar öncesinden kalan bitkisel bir gelenektir. Tahta dediğimiz şey aslında
ağaçtır ve atalarımız bir zamanlar tahtaya vururken ağaçların buğulu güçlerini
kullanarak kendilerini kötü güçlerden korunmaya çalışıyorlardı. Pek çok kültürün
yaratılış efsanesinin kökeninde ulu bir ağacın varlığından söz edilir. Biz Türklerin
de her mevsim kendini yenileyebilen ve uzun yıllar yasayan bu varlıkları sonsuz
yasamın kaynağı olarak görmüş olmamız çok doğal değil mi?... İslamiyet öncesi Şamanist
Türklerde -Hayat Ağacı kültü- yeygindi. Ladin, köknar, çınar, meşe, kayın,
karadut ve katran ağacı gibi birçok ağaç kutsal sayılıyordu. Türkler hem saygıdan
hem de korkudan yaşlı dev ağaçların yaşadığı yüksek dağlar ve tepelere çıkmazlardı.
Yalnızca yağmur yağdırma, evlenme, ya da bir hastalığın tedavisi amacıyla bu ağaçlar
ziyaret edilirdi. Topluluklarının önde gelenleri öldüklerinde mezarlarına
kutsal ağaçlar adeta bekçi olarak dikilirdi.
Yeryüzünde birçok farklı kültürde "Hayat Ağacı" benzeri ağaç kökenli inanışlara ve yaradılış öykülerine rastlanabilir. |
Ağaçlarda koruyucu ruhların
yasadığı inancının izleri, kuzeydeki İskandinav pagan halklarında, antik Mısır’da,
antik Mezopotamya’da, Anadolu’nun beşiğinde büyüyüp artık kaybolmuş pek çok
antik kültürde de karsımıza çekiyor. Çünkü insan ateşi bulduğundan beri doğadaki
yırtıcılardan, ağaçlardan topladığı odunları yakarak korunabiliyordu. Açlıktan
ve hastalıktan ağaçların sunduğu meyveler (bazen bir ağacın tohumu, yaprağı ya
da kabuğu) sayesinde kurtuluyordu. Yaşamını kolaylaştıran ve her gün kullandığı
birçok aleti ağaçların odunundan elde ediyordu. Bu ulu ağaçların bulundukları
ormanlarda esen rüzgarın bu ağaçların dalları ve kovuklarını doldurarak çıkardığı
seslerden ötürü onların tanrısal olduğuna inanmış da olabilirler. Bitkisel söyleşimizin
başında da bahsettiğim üzere, bilim insanları yaşlı bir ormanda tek başıma dolaştığımda
bile kendimi güvende hissetmemi (ki bunu sadece ben değil yapabilen herkes
hissediyor) toplumsal kolektif hafızamızın bir urunu olduğunu soyluyor. Yani
genlerimizde ağaçlara güvenmek var sevgili okurlar...Tahtaya vurmak kavramının
hangi noktada doğduğu ise net değildir ama neden doğduğu belki bu şekilde özetlenebilir.
Bugün hala Arapça’da, Türkçe’de, İsveççede, Brezilya ve Karayipler’de konuşulan
yerel dillerde tahtaya vurmak deyimine karşılık gelen deyimler bulunması oldukça
ilginçtir.
Her bir bitkinin etkileşime
geçtiği insan topluluğu için önemi ve anlamı farklıdır ve bu da bitkilerin kimi
zaman iyi, kimi zaman ise kötü şöhretli olmasına yol açar. Bu tıpkı biriyle ilk
defa karşılaştığımızda üzerimizde bıraktığı tepkiyle oluşan değer yargılarımıza
benziyor. Biraz örneklendirelim... Örneğin eski insanlar perilerin ağacı olduğuna
inandıkları dişbudak ağacını (Fraxinus) asla evlerinin yakınlarına dikmezlermiş
çünkü onun bahçe toprağının tüm verimli özelliklerini tükettiğine inanırlarmış.
Bir dişbudağı kesmeleri gerektiğinde ise perilerden özür dilerlermiş. Öte
yandan dişbudağın odunundan yapılmış sırıklara tutunmaya çalışan tırmanıcı
bitkilerin kuruduğu söylenir. Belki de bu inanısın dogmasına sebep olan şeylerden
biri de budur... Meşe (Quercus) aşırlardır tanrısal yasamın, gücün ve dayanıklılığın
sembolü olmuş, paganların kutsal saydığı üç ağaçtan bir diğeri. Eskiler, yaz gündönümünde
(21 Haziran) yapraklarının hışırtısında tanrının sesinden gelecek yıla dair
kehanetler duyacaklarına inanırlarmış. Yeniayda ekilen meşe palamutları kişiye şans
getirir, onu büyülerden ve düşecek yıldırımlardan korur, ona doğru yolu gösterirmiş.
Eğer sonbaharda düsen bir meşe yaprağını havada yakalayabilirseniz o kıs
boyunca tüm hastalıklardan korunacağınıza inanılırmış. Eski cağlarda savaşçılar,
yaralanıp hasta düştüklerinde meşe ağacının yaprağında toplanmış yağmur suyunu içerek
iyi olacaklarına inanıyorlardı. Meşe, içerdiği tanen nedeniyle savaşçıların yaralarının
enfekte olmamasını sağlamış olabilir. Yani yine bir başka söylencede de ufak da
olsa bir gerçeklik pay olduğunu görmemiz gerekiyor.
Bir zamanlar üzerinde cadıların yaşadığına inanılan Mürver ağacının (Sambucus) şifalı meyveleri. |
Meşe gibi iyi şöhretli
olan bir başka ağaç da üvezdir (Sorbus). Eskiden bebekleri kundaktayken kaçıran
cadılar ve kotu ruhlar yaklaşamasın diye beşikleri üvez ağacından yaparlarmış. Üzerinde
kötü şans ya da kara büyü olduğuna inanan kimselerin evlerinin kaprisinin yanına
bir üvez ağacı dikmesi gelenektenmiş... Ceviz ağacı (Juglans) ise buyucu tanrıçanın
ağacıdır. Güya cadıların etrafında dans etmeyi sevdiğine inanıldığından
tekinsiz olduğu söylenir. Öte yandan eğer cebinizde kabuğu açılmamış bir ceviz taşırsanız
hayatinizin önemli bir evresini daha kolay atlatırmışsınız... Mürver ağacı
(Sambucus) bazı kültürlerde cadılara karsı koruyucu olarak kabul edilir. Kimi
kültürlerde ise mürver ağacının dalları meyveyle dolduğunda cadıları kendisine
çektiğine inanılıyormuş. Siz de bir Harry Potter hayranıysanız, Hogwarts
büyücülük okulunun müdürü Profesör Albus Dumbledore’un asasının da mürverden
yapıldığını belki anımsarsınız. Meğer ki usta yazar J.K. Rowling geleneksel
inanışa uygun davranarak mürver asayı iyilerin lideri Dumbledore’a layık
görmüş... Öte yandan mürverin her zaman kişiye kötü şans getirdiğine de inanılıyor
(ki Dumbledore’a olanlardan da belli zaten). Hatta bazı mürver ağaçlarında da cadıların
yasadığı söyleniyormuş. Bir inanışa göre ağacın dallarını budamak ya da onlarla
bir ateş yakmak “Mürver Ana” adı verilen ağaç ruhunun gazabına uğramak için
yeterliymiş.
Şüphesizdir ki
zaman içerisinde sadece ağaçlar değil, onların köklerinde yetişen otlar, çalılar
ve çiçekler de böylesi inanışlara konu oldular. Şimdi biraz da bunlara göz atalım...
Aslanpençesi eskiden iksir yapımında kullanılan bir bitkiymiş, yapraklarında
tuttuğu çiğ taneleri kullanılıyormuş bu iş için. İlk simyacılar bu bitkinin yapraklarındaki
su damlalarıyla farklı metalleri saf altına dönüştürmeyi deneyip durmuşlar.
Bitkinin Latince adı (Alchemilla) da buradan geliyor. Öte yandan bitki Ortaçağ’da
yaraları kurutmak, kanı durdurmak için de kullanılmış. İsveçlilerse iyi bir
uyku uyuyabilmek için yastıklarının altına koyarlarmış aslanpençesini... Sığırkuyruğunun
(Verbascum), yabancı dildeki yöresel adları cadı fitili veya fitil otudur. Eski
bir inanışa göre bu otu yakmak cadıları ve büyüleri uzak tutmaya yararmış. Diğer
bir inanışa göre ise cadılar büyülerini bu bitkiyle tutuşturdukları ateşte hazırlarmış.
Öte yandan gerçekten de eskiden bitkinin yaprakları ve sapındaki tüylerden de
mum fitili yapılırmış... Yüksükotunun (Digitalis), İskandinav mitolojisinde
“peri çanı” olduğuna inanılır. Periler yaklaşan avcılara karşı arkadaşlarını
uyarmak için bu çiçekleri çan gibi çalarmış. Günümüz İngilizcesi’nde bu bitkiye
foxglove (tilki eldiveni) denilse de aslında ona eskiden `folksglove` deniyormuş.
İngilizce de perilere `good folk` (iyi halk) dendiği düşünüldüğünde bitkinin
tilkilerle değil aslında perilerle alakalı olduğunu anlıyoruz. Bu son derece
zehirli bitki için bir İngiliz atasözünde “Yüksük otu ölüyü diriltir, diriyi
öldürür” deniyor. Roma mitolojisine göre Zeus’un karısı ana tanrıça Hera, bir
erkeğe ihtiyaç duymadan doğum yapmanın bir yöntemi olarak keşfetmiş bu çiçeği.
Hera bitkiyi karnına ve göğüslerine dokundurduğu anda hamile kalıvermiş ve
savaş tanrısı Mars’ı (ya da bir başka kaynağa göre ise volkan tanrısı Vulcan’ı)
doğurmuş.
Kurtboğan (Aconitum) |
Zehirli bitkilerin çoğu
tahmin edersiniz ki cadılar ve kötü ruhlarla ilişkilendirilmiş söylencelere
konu olmuşlardır. Kurtboğan (Aconitum) ülkemizde de içinde bulunduğumuz aylarda
çiçekli olarak rastlayabileceğiniz çok zehirli bitkilerden biri. Çok zehirli
dedim çünkü bitkiye elinizi sürmeniz bile zehirlenmenize yol açabilir. Bitki
zehirli olmasına rağmen çocuk ve evcil hayvan bulunmayan evlerde bahse bitkisi
olarak da kullanılıyor. Cadıların kötücül büyülerinde en sik kullandığı
bitkilerden biri olan kurtboğana, güzelavratotu (Belladona), kış gülü
(Hellebore) ve ban otu (Hyoscamus) eşlik ettiğinde ortaya çıkan karışımla süpürgelerine
uçma niteliği kazandırdıklarına inanılmış. Cadılar, her ne kadar masal kahramanı
figürler gibi görünseler de büyücülük bir zamanlar belki de oldukça sıradan ama
gerçek (!) bir uğraştı. İşte burada bahsedilen `uçma özelliği` ile kast edilen
belki de eski zamanlardaki büyücülerin bu zehirli karışımlar sayesinde süpürgeler
aracılığıyla değil de halüsinasyonlar görerek astlar seyahatler
yapabilmeleriydi. Şüphesiz günümüzde büyüyle uğrasan kişiler (örneğin modern Wicca
toplulukları) Ortaçağ’daki meslektaşlarının aksine bu son derece zehirli
otlardan uzak duruyorlar. İngiltere`nin kuzeyinde bu zehirli bitkileri hep bir
arada görüp tanıyabileceğiniz bir `Zehir Bahçesi` bulunuyor. Alnwick şatosunda halkın
ziyaretine acık olan bu bahçe biraz eksantrik bir soylu olan Northumberland Düşesi
tarafından kurulmuş.
Yetiştiği her yere mutluluk getirdiğine inanılan bir bitki olan Keklik otu (Origanum vulgare) uçuk pembe çiçekleriyle arıları şölene davet ediyor. |
Biraz da her gün karsımıza
çıkan ya da gündelik olarak küllendiğimiz bitkilere bakalım: Örneğin rezene
(Foeniculum vulgare) geçmişte cadılara ve kara büyülere karsı kullanılan
silahlardan biri olmuş. Kepinizin üzerine asacağınız bir demet rezenenin ve
anahtar deliklerine koyacağınız rezene tohumlarının evinize kötülüğün girmesini
engelleyeceğine inanılırmış... Keklik otu (Origanum vulgare), yetiştiği her
yere mutluluk getirdiğine inanılan bir bitkiymiş. Çoğunlukla bizde yakın akrabası
olan “dağ kekiği” olarak da adlan diriliyor. Keklik otunun yabancı dildeki karşılığı
olan oregano sözcüğü Yunanca’daki oros (dağ) ve ganos (neşe) sözcüklerini içerir.
Antik Roma’da gelin ve damadın tacına konan keklik otu onların mutlu bir omur sürmelerini
sağlarmış. Keklik otunun yapraklarından yapılan cayın şeker hastalığına iyi geldiği,
yoginin ise boğazda oluşan enfeksiyonları önlediğine günümüzde de inanılıyor...
Maydanoz (Petroselinum crispum), kuzey halklarının inançlarına göre şeytana ait
bir bitkidir. Bunun nedeni bitkinin çok geç filizlenmesi olabilir. Bilimsel
olarak doğrulanmış olmasa da karaciğer ve böbrek dostu olduğu, hazımsızlığa,
hafıza sorunlarına ve depresyona iyi geldiği iddia ediliyor. Eklem ağrıları
çekenler için de taze yapraklarının ezilerek ağrıyan bölgeye uygulanması
tavsiye edilmiş. Daha pek çok farklı rahatsızlık için de kullanılmış...
Biberiyenin
(Rosmarinus officinalis), eski cağlardan günümüze dek koruyucu bir bitki olduğuna
inan ilmiştir. Cadılara ve büyülere karsı koruma sağlamasının yanı sıra
kaybedilen sevgilinin mezarına ekilen tohumlarının o kişinin unutulmasını önleyeceğine
inanılması da ilginç bir başka inanıştır.
Adaçayı (Salvia officinalis), kötülüklerden korunmak için tütsü olarak
yakılabildiği gibi yılan ısırıklarını tedavi etmek ya da kadınlarda
doğurganlığı artırmak gibi çeşitli nedenlerle de kullanılmış. Romalılar onu
mikrop öldürücü ve kanı durdurucu niteliklerinden ötürü yara tedavilerinde
kullanmışlar. Ortaçağ’da görülen veba salgınlarını bile önleyebileceğine
inanılan adaçayı o dönemde o kadar popülerleşmiş ki manastır bahçelerinde
yetiştirilmeye başlanmış. Ona “Salvia” yani “kurtarıcı” ya da “sağlık veren”
denmesinin nedeni de her derde deva bir bitki olarak kabul edilmesiymiş. Hatta
Ortaçağ Avrupası’nda “bahçesinde adaçayı olan bir adam niye ölsün ki?” diye
eski bir deyiş bile var. Araplar da onu ölümsüzlüğün ilacı olarak görmüşler.
Hatta tıbbi bitkilerin Latince isimlerindeki “officinalis” ibaresi de
manastırlarda tıbbi otların konulduğu odaya yani “officina”ya ait anlamına
gelmekteymiş...
Cadılara ve büyülere karşı koruma sağladığına inanılan hoş kokulu Biberiye (Rosmarinus officinalis) yazın sergilediği açık mavimsi mor çiçekleriyle ormanlarda sıklıkla karşınıza çıkabilir. |
Şifa dağıtan bir diğer bitki olan Adaçayı (Salvia officinalis) hem sağlığımızı koruduğu, hem de hoş bir görsellik sunduğu için bahçecilikte sıklıkla tercih edilen bitkilerdendir. |
Bana hak verirsiniz ki bir yazıya bitki dünyasının tüm gizemini sığdırmak oldukça güç. Bu yazıda bahsedebildiklerim dışında çok sayıda bitki birbirinden güzel hikayelere ve efsanelere konu olmuştur. Bu yazıda daha çok inanış, söylence ve gelenekler, bitkilerin kullanım şekilleri üzerinde durduk, bir başka yazıda da bitkilerle ilgili mitlere, masallara, halk hikayelerine bakarız yine hep birlikte. Bir sonraki yazıda tekrar buluşana dek, burada sözü edilen bitkiler ilginizi çektiyse onları daha derinlemesine araştırabilir, yazı da bahsedilmeyip de bahçenizde ya da bulunduğunuz yörede yetişen başka bitkiler hakkındaki inanış ve gelenekleri keşfedebilirsiniz. Büyüklerinizden dinlediğiniz bitkisel hikayeler, efsaneler varsa da bana yazın, bu yöresel hikayelere söyleşimizde de yer vermeye çalışırım. Böylece belki de doğanın sihirli bir şey olduğunu yeniden hatırlayıp bu güzelliklerin gelecekte de yaşatılmasını el birliğiyle sağlayabiliriz. Bu arada zehirli bitkiler konusunda da lütfen dikkatli olmayı unutmayın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder