Modern insan
doğayla neredeyse tüm bağını koparmış, onu sadece kendi amacına hizmet eden
sıradan ve mekanik bir şeymiş gibi gören, kendine doğanın dışında bir yaşam
alanı yaratabilmiş bir tür. İşin aslı şudur ki bir zamanlar bitkilerin bize bir
kol mesafesi uzaklıkta bulunduğu, olağanüstü ve sağaltıcı güçler barındırdıklarına
inandığımız yaşamlar sürerken artık betondan yapılmış ve giderek daralan kutular
içinde hapis hayatı yaşamaya alıştık. Doğanın ne kadar sihirli bir şey olduğunu
unutalı birkaç yüzyıl geçti...
Ben de pek çoğumuz
gibi bir apartman çocuğu olarak büyüdüm fakat çocukluğumdan beri kendimi en iyi
hissettiğim, oyun oynamak için tercih ettiğim yerler hep evlerin saksı bitkileriyle
süslü balkonlarıydı. Bana bu doğa sevgisini aşılayan, onlara karşı merakımı
artıran belki de aile büyüklerimin, evimizdeki sardunyalar, Afrika menekşeleri,
deve tabanları, salon sarmaşıkları, paşa kılıçları, kaynanadilleri gibi
bitkilere gösterdikleri o sıcak ilgiydi. Siz de bir apartman çocuğu olarak
büyüdüyseniz çocukluğunuzun bitkilerini şöyle bir anımsamaya çalışın. Belki
sizler de evlerinizde artık hayatta olmayan büyüklerinizin anısını onlardan
yadigar kalan bitkilere bakmayı sürdürerek yaşatıyorsunuzdur.
Ülkemizin en yaşlı ağacı, Konya’nın Balcılar kasabasında 2300 yıldır ayakta duran bir anıt ağaç olan katran ardıcı (Juniperus oxycedrus) ya da yöresel adıyla Ağıl Ağacı. |
Kimi bitkiler çok
kısa ömürlü (mevsimlik ya da tek yıllık) olsalar da çok uzun yıllar boyunca yaşayabilen
bitkiler (çok yıllık) de vardır. Dünyanın en uzun boylu ağaçları olarak nam
salmış dev Sekoyalar (Sequoiadendron giganteum) 3 bin yıl kadar bir ömre
sahipler. Bazı servi (Cupressaceae) türündeki ağaçlar ise 4 bin yıl yaşayabiliyor,
belki de bu nedenle kültürümüzde atalarımızın mezarlarını süsleyen ve
ölümsüzlüğü sümgeleyen bir ağaçtır servi, ya da selvi. Her iki ismi de yaygın kullanılmaktadır
ama doğrusu servidir. Ülkemizin en yaşlı ağacı, Konya’nın Balcılar kasabasında
2300 yıldır ayakta duran bir anıt ağaç olan katran ardıcı (Juniperus oxycedrus)
dır. Altına koskoca bir koyun sürüsünü sığdırabilen bu yaşlı ağaca yörede “ağıl
ağacı” adı verilmiş. Norveç’te
keşfedilen bir Norveç ladininin (Picea abies) ise 9558 yaşında olduğu ve
dünyanın en yaşlı ladini olduğu tahmin ediliyor. Her ülkenin kendi iklimine ve
topraklarına özgü bir en yaşlı ağacı vardır, Avrupa’nın kuzeyine çıktığınızda
bu bir dişbudak olabilir ya da Akdeniz’e indiğinizde bir zeytin ağacı... Tüm bu
ağaçlar “eğer izin verirsek” bizden sonra da yaşamaya devam edecekler...
Stres günümüz
insanının ömrünü kısaltan en büyük sorun, oysa bunu gidermenin en kolay ve en güzel
yolu doğaya gitmek ve daha önce hiç görmediğiniz bitkileri ve bu bitkiler
sayesinde hayatta kalan canlıları keşfetmektir. Bu duruma alışık olmayan pek
çok kişiye doğada tek başına olmak ürkütücü gelebilir oysa orada yaşayan
canlılar inanın sizin onlardan korktuğunuzdan çok daha fazla korkuyor insanlardan.
Ayrıca mutlaka benim sıklıkla yaptığım gibi tek başına olmanız da gerekmiyor. Yakın
bir dostunuzla ya da sizin gibi doğaya ilgi duyan arkadaşlarınızdan oluşan bir
grupla da doğa gezintilerine çıkabilirsiniz. Kalabalık gezi gruplarını, hem
canlıları ürküttüğü, hem de size yeterince keşif yapma fırsatı tanımadıkları
için önermiyorum. Yaşadığınız bölgedeki doğal parkları ziyaret ederken o
bölgenin florası (bitki zenginliği) ve faunası (canlı zenginliği) konusunda
biraz araştırma yaparsanız ne gibi türlerle karşılaşabileceğinizi önceden
öğrenebilirsiniz, mutlaka görmek istediklerinizi de gözden kaçırmamış olursunuz.
Hatta böyle okuma ve araştırmalar yapmak bile sizi günlük hayatın tekdüze ve
sıkıcı akışının dışına sürükler. Ormanda olmasa da kitapların içinde kaybolmak
kötü bir şey değildir.
Dulavratotu (Atropa belladona) nun zehirli meyveleri. |
Halihazırda bitkilerle
ilgili çokça okuma yapsam da tanıdığım çoğu bitkiyi bizzat görerek, dokunarak,
koklayarak öğrendim. Dikkatinizi çekerim: tadarak demedim çünkü doğada baldıran
(Conium maculatum), kurtboğan (Aconitum), yüksükotu (Digitalis), hintyağı
(Ricinus communis) ya da dulavratotu (Atropa belladona) gibi pek çok zehirli
tür de bulunuyor. Doğada zehirli olan bitkiler ve onların göz alıcı meyveleri
tek bir nedenle bu şekilde evrimleşmiştir: türünü sürdürebilmek... Örnek vermek
gerekirse, ardıç (Juniperus) ve porsuk (Taxus) ağaçlarının insanlar için son
derece zehirli olan meyvelerini tüketen kuşlar bu meyvelerden zehirlenmiyor,
aksine yedikleri meyvelerin tohumlarını dışkılarıyla uzaklara taşıyarak bu
ağaçların yayılmasını sağlıyorlar. Kimi zaman ise zehirli yapraklara sahip bir
bitki kendini yapraklarını kemirecek tüm hayvan ve böceklerden koruyabiliyor,
tıpkı hiçbir zararlısı olmayan ve patates bitkisinin akrabası olan Tütün
bitkisi (Nicotiana tabacum) gibi. Hatta tütün, zehirlenerek hemen dibine düşen
böcekleri doğal gübre olarak da kullanan bir bitkidir (bu haliyle de etçil olup
olmadığı tartışmalıdır)...
Tütün bitkisi (Nicotiana tabacum) |
Doğa gezilerinizde tanımadığınız bitkileri yemeye
kalkmak yerine yolunuza çıkan yöre insanıyla sohbet ederek o bölgede yetişen
yenebilen ya da ilaç olarak kullanılabilen bitkiler ve bunların yöresel isimleri
hakkında rahatlıkla bilgi sahibi olabilirsiniz. Bol bol fotoğraf çekerek bu görselleri
ve bilgileri başka kaynaklarla da karşılaştırarak öğrendiklerinizi
pekiştirebilir, not defterinize kaydederek kendi amatör etnobotanik çalışmanızı
da başlatabilirsiniz. Örneğin ormanlarda çok sık karşılaşılan dikenli bir tür
sarmaşık olan saparna yada yerel dildeki adıyla melocan (Smilax) ın
filizlerinin tıpkı ıspanak gibi pişirilerek yenebildiğini bir orman gezimde
bunları toplayan bir genç kızdan öğrenmiştim.
Bitkileri botanik
bahçelerinden ve arboretumlardan (ağaç müzeleri) ziyade doğal ortamlarında
keşfetmeyi daha çok sevenlerdenim. Bunun en önemli nedeni, doğada vakit
geçirdiğimde kendimi adeta şarj olmuş gibi mutlu ve sağlıklı hissetmemdir. Bunu
size yazıyla aktarabilmem çok güç ama yaşlı ağaçlarla dolu bir ormanda
hissedebileceğiniz o tuhaf enerji akışını şehir hayatının içinde
hissedebilmeniz mümkün değil. Fakat botanik bahçeleri ve arboretumlardaki bitki
koleksiyonları da birçok farklı bitki ailesinin yakın türlerini bir arada
görmenize, hatta doğal ortamlarında görme şansınızın bulunmadığı egzotik
bitkileri de yakından incelemenize fırsat tanır. Örneğin, İstanbul Bahçeköy’de,
2 binin üzerinde bitkiye ev sahipliği yapan Atatürk arboretumu mutlaka
görülmesi gereken bir canlı ağaç müzesidir ve doğal ormanla da iç içedir.
Burada diğer botanik bahçelerindeki gibi piknik vb. etkinlikler yasaktır,
dolayısıyla kirletilmemiş bir doğa parçasını görme şansınız olur. Ne yazık ki şehir ormanları bu kadar şanslı
değiller. Piknik ve mangalın bir tür doğa sporu olduğunu zannedenler(!) bu
ormanları korkunç ölçüde kirletiyorlar. Yazın görülen orman yangınlarının ve
ormanların çöp yığını haline gelmesinin başlıca nedeni de budur. Gezilerinizi
piknik amaçlı değil, keşif amaçlı yapabilir, hatta duyarlı insanları
örgütleyerek ormanlardaki çöplerin toplanmasını sağlayabilirsiniz. Çamlar,
meşeler, kestaneler, alıçlar, kocayemişler, kızılcıklar, fundalar, böğürtlenler
ve daha nice canlı size minnettar kalırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder